31 Ağustos 2024 Cumartesi

Bu yaştan sonra olmaz demek yerine...

 Merhabalar değerli okuyucularım;

Uzun zamandır yazı yayınlama fırsatım olmadı. Birçok yaşanmışlık birikti ki; sizlerle paylaşmayı da ayrıca özlediğimi belirteyim.

Bu kez yaşlandım düşüncesiyle kendini birçok deneyimden mahrum edenlere ışık tutabilmeyi umuyorum.

Artık altmış yaş üstü akbil kullanıcısı oldum. Toplu taşımaya binmek üzere elime alışımda başlarda üzerinde ''altmış yaş üstü'' yazısı içime yıldırımlar düşürüyordu. İşte toplumca yaşlı kategorisine de girdin neden hala uğraşıyorsun diyen moralimi aşağı çeken iç sese rağmen; kendimi motive etmek üzere tekrar tekrar yapabileceğine inanıyorum dedim.

Bu yaşlılık hissi sadece rakamla değil; arada atlatılan rahatsızlıklar ve yakın çevremdeki ölümlerle de tetiklenmişti.

Yine de biraz kendime  bundan daha fazla neler mümkün anlayabilmek ve biraz da hayatından bezmiş gençler tarafından belki örnek alınırım ümidiyle ve çevreme faydalı olabilirim inancıyla; kalbimin sesini dinleyerek önce teorik ve uygulamalı afet eğitimlerine katıldım. Deprem sonrası ise gönüllü olarak bir ilimizde dokuz gün görev aldım. Dönüşümde amatör telsiz sınavlarına müracaat ettim, sınav fobim başlıca kabusumken... Bunları başka bir yazıda daha detaylı aktarmak üzere şimdilik bırakayım.

Eve dönüşümde oğluma şaka gibi başardım hazır gaza gelmişken üniversite sınavına da mı girsem diye sordum. Oğlum vazgeçmeden kayıt işlemlerini yapalım hemen diye bilgisayar başına geçtiğinde; aşağı çeken düşünceler yine nüksetti... Kırk senedir müfredattan uzak kalmışken nasıl olacak derken içimdeki diğer ben; eğlencesine varsay denemen kafi diyordu.

Sevgili gençler bilgileriniz tazeyken inanın daha kolay kazanırsınız yeter ki içinizde sizi olumsuz etkileyen sesleri susturun. Sevgili yaşları bana yakın nesiller inanın sınav salonunun üçüncü katına merdivenleri zar zor tırmanarak çıkan benden başka bir dolu insan vardı. Kimi zihnini aktif tutmak, kimi ikinci veya üçüncü üniversite okuma arzusuyla...

Sınava oğlum götürüp getirdi. Halbuki o sınava yalnız başına gitmişti çünkü yeni ameliyat olmuş ben hastanede yatıyordum. Sınav sonuçları açıklandığında hala neyi ne kadar yapabilmiş olduğuma dair şüphelerim vardı. Sıralamamı oğlum ve değerli bir arkadaşıyla birlikte gerçekleştirdik. Onlar hayretler içinde hazırlıksız bu puanı yapabilmek müthiş kesin gireceksin derken; ben inanamıyordum.

Hem eve  hem de mesleki alanıma yakın olsun diye seçenekleri o kadar aza indirmiştim ki; adeta gerçekleşmesin diye kendimi baltalıyor gibiydim. 

Değerli okuyucularım; kazandıklarıma gitmemek için de bir dolu mazeret üretmeyi sürdürdüğüm noktada da kızım destek verdi. Çocuklarım sayesinde altmış yaşında öğretim hayatıma geri dönmüş oldum. Başlangıçtaki heyecanım, tedirginliğim ise; değerli hocalarım ve etrafımı saran genç nesiller sayesinde buhar olup uçtu. Onur öğrencisi olarak ilk seneyi tamamlarken; beş altı hastaneyi staj müracaatım kabul olsun diye dolaşırken buldum kendimi...Staj başlayana dek ayrı heyecan ve gerginlikler; staja başlayınca başaramama korkuları... İçerde bir yerlerde çok çok derinlerde belki çocukluk travmaları tetikleniyor ve yapabildikçe şifalanıyorlar.

Kendime kocaman bir söz verdim; keşke demek yerine hayatta olduğum sürece kendimi geliştirmeye ve yaşamaya izinliyim.

Bu paylaşımımla kendimden başkalarına da feyz olabilmeyi diliyorum. Yaşınız ne olursa olsun, yaşanmışlıklarınız ne kadar ağır olursa olsun, hayatta olduğunuz sürece ileri bakın.

Tüm kalbimle 💚

8 Haziran 2020 Pazartesi

ebeveyn olmak...

07 haziran 2020 tarihinde boluolay gazetesinde yayınlanmıştır..
Biz orta yaşını geçenlerin birçok alanda sıkışmışlık yaşadığımızı yeni nesillere anlatabilmemiz, bizim ebeveynlerimizin durumuna göre hayli zorlayıcı olabiliyor… Bizler siyah beyaz televizyonu onlu yaşlarında tanıyan, şehirlerarası görüşme için Ptt’ den sıra bekleyen, yağ ve tüp kuyruklarında dikilen, siyasi eylemciler yüzünden bir mahalleden diğerine yürürken yolu kesilen, hatta silahlı çatışmaların ortasında kalan, üniversitelerde dövülen, vurulan zamanlardan kalmış ve şimdiki zamana dek; renkli televizyon, çoklu kanallar, internet, karaborsanın kaldırılışı gibi bir çırpıda listeleyeceklerimizi biriktirdik…
Otobüste bir yaşlı varken ona kalkıp yer vermemiz kabul edilemez bir ayıptı… Ailelerimize bir derdimizi kolayına açamazdık, mutlaka hatalı bulunur, azarlanır, ceza alırdık… Yasak, gizli yapılan şeylerin cazibesi vardı.. Evden aşırdığımız sigarayı içme, bizi büyümüş hissettirirdi…
Yetişkin olduk, kendi kimliğimizi tanımadan kimimiz okumak isterken zorla evlendirildi, kimimiz okulu hasbelkader bitirdi, bir baltaya sap oldu…Aramızda yeteneğine, duygularına göre destek görenler azınlıktaydı…
Biz ne yaptık? Ailemizden daha iyi ebeveynler olabileceğimizi sanarak, çocuklarımızı dinledik dinlemesine de; ya gücümüz yetemedi, ya da alışagelmişin kolaylığıyla farkında olmadan ailelerimizi hatalı bulduğumuz kadar bizler de hatalar yaptık…
Ekonomi değişti, çağ değişti, o zamanlar doğru sandıklarımızın bu zamanlarda yanlış olduğunu öğrendik… Dünyada olan biten her şey internet ortamında paylaşıldığından, bizlerin de bunlara tam hakim olamayışımızdan, çocuklarımızla hayata bakış açılarımızın arasında uçurumlar oluştu…
Yetişkinim diye isyan eden genç, aradan biraz zaman geçince önüne yemek konulmasını bekleyebiliyor… Veya ailesine madem doğurdunuz bakacaksınız diye bakacaksınız diyebiliyor… Hatta bir yandan büyüdüm karışmayın derken, bir yandan niye yardım etmedin, sormadın, düşünmedin diye hesap sorabiliyor…
‘Allah sizin elinize bırakmasın’ derdi anneannem, şimdi annem de aynını diyor… Açıkçası düşününce; evlat iyi niyetle bir şey yapınca dahi ebeveyn mutlu olamıyor…  Ebeveyn iyi niyetle bir şey yapınca da evlat!.. Doğru soruları sormayı öğrenebilirsek bir nebze idare edebiliriz de…
Görünen o ki biraz yüzümüze gözümüze bulaştırdık… İstemediği oyuncakları alan, istemedikleri kurslara yazdıran hani neredeyse, ebeveynlik yapmamız gereken anları dizilere, futbola, eş dost ahbap sohbetlerine yer değiştirdik… Hatta aile içi tartışmalarda paratoner olmalarını bekledik, kendilerini suçlu, kızgın hissetmelerine, internette sohbet odalarına kaçmalarına aman sesi çıkmıyor düşüncesiyle ilgisiz bıraktık.
Hani o bizim sahip olamadığımız ebeveynler olacaktık? Olduk tabii… ancak daha beterini… Eşimizle sıkıntımızın bilmeden de olsa hıncını da çocuklardan çıkardık… Bütçemiz yetmeyince, mısır, dondurma alamadığımızı unutturacak bir güzellik oluşturmak yerine hata üstüne hata yaptık… Kendimiz olamamışken eş, ebeveyn olmak zorlayıcı geldi, çuvalladık.
O çocuklar büyüdüler, şimdi bizleri beğenmiyorlar… Bizleri yargılıyor, onların hayallerindeki ideal ebeveynler olamadığımız için suçluyorlar… Bizlerden çok daha haklılar… Şimdiden yapabilenlerimiz ileride huzurevi seçeneklerimizi gözden geçirmeliyiz… En azından yaşıtlarımızla bir arada sosyalleşme imkânımız olabilir… Yetiştirdiğimiz nesillere de, en azından yaşlılığımızda yük etmemiş oluruz…

29 Mayıs 2020 Cuma

zihin oyunları

29 maıs 2020' de boluolay.com gazetesinde yayınlanan makalem


Zihnime düştüyse dünyanın bir yerlerinde, birileri daha benzer düşüncelerde demek olabilir mi?
Arap dünyasının peçe kullanışıyla dini inançları, aynı kefeye koymakta zorlanırım… Hatta Yaradan’ ımızın bizi dünyaya çıplak getirişi ve ölümümüzde bir kefene sarılışımız arasındaki bağlantıyı bilgi dağarcığım çözmeye yetmez… Hatta hafız torunu olarak, dünyada dini öğretilerin sorgusuz ezbere dayalı uygulanışıyla, davranış biçimlerinin arasındaki çelişkiyi de pek anlamlandıramam...
Eski zamanlarda örtünmek kum fırtınalarına veya yolda hırsızlara, tacizcilere karşı korunmak amaçlı, hatta örtünün biçimine göre kadının sosyal konumunu göstermek amaçlıydı…
Peki ya daha fazlası vardıysa ve bize o bilgiler ulaşmadıysa? Son birkaç aydır maskelerle korunmaya başladığımızdan bu yana; zihnim her nedense bu konuya takıldı… Elbette tarihçi değilim ve elbette Google arama motorundan bilgi kaosunun girdabına düşmek gibi bir niyetim de olmadı… Bir sorunun yanıtını bulmak üzere araştırıp, okumaya başladığımda başıma gelen, her okuduğumdan yeni bir merakla başka bir araştırmanın içine düşüşüm olmuştur… İşte bu girdapta debelenmek yerine, düşüncelerimi sizlerle paylaşmak ve bu konuda gerçek bilgisi olanların lütfen bana yazmasını rica ediyorum. Bu arada zihnimden geçenleri izninizle sizlerle paylaşacağım.
Asırlar önce neler yaşandı, dünya kaç kez ileri medeniyet seviyelerine ulaşıp, tekrar güncellenip yeniden başlatıldı konusunda derin araştırmalar içerisinde olanlar, hatta bilimkurgu veya fantastik filmlerde değinilen parantez içi farazi sanılanları bir yana koyarsak; biz insanlar barınma, geçimini sağlama gibi hayati idame ile ömrümüzü geçirirken, kimileri kariyer veya fenomen olma yolunda, kendilerine ve dünyaya farklı zenginlikler ekler… Ölümlü dünyada amaç nedir? Sonraki nesillere miras bırakmak mı? Dünyevi sürecini egosal tatmin içinde geçirmek mi? Tüm bunlar ayrı ayrı ele alınacak konular gibi görünebilir…
Bugünün maskesiyle, geçmişin peçesi arasında sizler de benim gibi bir bağ kurmuş olabilir misiniz? Medeniyet ilerledikçe, insanoğlu hatalarının ceremesini toplu olarak öder, kimyasal olarak üretilmiş de olabilir, bir arkeolojik kazı esnasında yeniden aktive olmuş da olabilir… Kimi söylemlerde, bir hayvandan diğerine, ondan da insana geçtiği tezi savunulabilinir.
Sebepler bir yana; hatırlar mısınız? Çocukluğunuzda sizlere de büyükleriniz masal gibi, beyin yıkarcasına ekmek kırıntılarını yedirme öyküleri anlatmışlar mıydı? Sağ ve sol omuzunuzda melekler kayıt tutar, ne yaparsan defterine işlenir denmiş miydi? Asıl olan bilgileri, onlar dahi bilemediklerinden, zihnimizi bu tür içeriği belirsiz kodlamalarla doldurmuş olabilirler mi? Yüce Yaradan’ ımız, bizleri düşünebilen, yeteneklerini keşfederek gelişebilen varlıklar olarak yaratmışken, bu dünyanın geçici yaşayanları olarak öz vazifelerimizi unutup, üstün olma takıntıları ile ben, ben diyenlere dönüşenler topluluğu muyuz? O halde dünya kendini korumak için, bizlere uyarılar yollarken, asıl olana kulaklarımızı tıkayıp, yine de bildiğimizi okumayı sürdürmek adına mı yol alıyoruz?
Peçenin asıl sebebi, bugün maske takış sebebimizle aynı halden başlamış olabilir mi?

8 Mayıs 2020 Cuma

KABUĞUNA ÇEKİLMEK!

En son 18 şubat 2020 tarihinde yazışımın ardından sizlere açıklama borçluyum… Önlem almak başlıklı yazımın öncesinde ve devamında; hayata sorumluluklarımıza dair yoğunluklarımız ve insani mazeretlerimiz elbette benim için de geçerliydi.
Özellikle Aralık ayı itibariyle seanslarımızda fazladan korunma gereğini sıkça vurguladım, eldiven ve maske kullanmadan tek bir seans gerçekleştirmedim. Bütüncül destek terapiler uygulayıcısı olarak; sıkça medikal masaj ve refleksoloji uyguladığım bireylere de aktarmaya çalıştığım gibi, her birimiz farkında olmadığımız bir rahatsızlık taşıyor olabiliriz, dolayısıyla yakın çalışmalarda önlem almaya daha özen göstermemiz hepimiz adına akıllıca olur.
Dünyadaki gelişmeleri sıkı sıkıya takip edenlerin, yaşamlarına uygulamayı atladığı detaylara dikkat çekmeyi görev edinseniz de; yine körler sağırlar birbirini ağırlar noktasından bir adım öteye az sayıda kişiyi uyandırabilirsek kârdır, onlar da birkaç kişiye farkındalık kattığında sayı çoğalır.
Kabuğuna çekilmek deyince; etliye sütlüye karışmamak, kendini tamamen izole ederek yaşamayı kastetmiyorum. Türk adetlerince aile büyüğümüzden kızımın istenmesi, nişan, ev tutulup yerleştirilmesi, nikah günü alımı, bilet, otel rezervasyonları gibi detayları yoğun çalışma hayatında nasıl başarabiliriz diye düşünürken; tüm dünyanın kabuğuna çekilmesini gerektiren büyük bir olay yaşanmaya başlanınca üzerine yaşı dolayısıyla çıkma yasağı gelen annemin alışveriş gibi işleri de eklendi ve boşluk buldukça da oğlumla evi kıyı bucak temizledik.
Peki niye Aralık ayı itibariyle daha dikkatli olmak üzerine çevremi uyarmaya başladım? Kesinlikle medyum değilim… Astrologları takip ederseniz, aslında birçoğu benzer uyarıları yapmışlar… Belki de bir şekilde, ben de duyduklarım veya okuduklarımdan etkilenmişimdir.
İlginç olan son bir yıldır peş peşe neredeyse tüm tanıdıklarımın, bireysel zorluklar geçirişi idi… Sanki evren tarafından uyarılıyorduk, yine de duymazdan gelip koşturmayı sürdürüyorduk. Sonunda evren adeta; yok yok bu böyle olmayacak, bunlara öyle bir musibet verip silkeleyelim kendilerine gelsinler dedi… Bir musibet bin nasihatten evlâdır derler ya…
Peki neler öğrenebildik? Hayat tekrar normale dönerken, yine her şeyi unutup maddiyat, mal mülk peşine düşüp, insanlığımızı öteleyecek miyiz?
Büyüklerimizi, küçüklerimizi, zamansızlıktan görüşme fırsatımız olmayanları, şu evlere kapandığımız günlerde ne çok görüntülü arar olduk değil mi?
Diyorum ki; dersini alanlar aldı… Almayanlar her zamanki gibi almadı… Bu dünyanın ne ilk ne de son böyle felaketler yaşayışı… Bilirsiniz insanlar cenazelerde bir silkelenirler… Hastaları varsa, ambulans sesiyle irkilirler uzun süre.. Cenazeleri olmuşsa, habire cenaze arabaları gözlerine takılır… Bebekleri olmuşsa da bebeklilerin öyküleri içinde buluverirler kendilerini… Yani yaşadığımız frekansa ne denk geliyor ise, onu çekiyoruz düşüncesindeyim…
Kabuğuma çekilmeyi seçerken ki yukarıda aslında farklı noktalarda koşturduğumu açıkladım, birçok meslektaşım, canlı yayınlarla takipçilerine ulaşmayı yeğlediler… Bu arada instagramda daimterapi sayfamı takip ediyorsanız, fırsat buldukça olabildiğince akışta paylaşımlarla yetindiğimi fark etmişsinizdir. Bazı tanıdıklarım niye sen de böyle canlı yayınlar yapmıyorsun diye sordular, yap lütfen diyenler de oldu…
Sadece içbilişim şöyle diyordu, bırak mümkün olduğunca bu zamanı dinlenmeye ayır, çünkü bitince çok çok yoğun bir tempoya hazırlanmalısın… Sizlere kaygının, korkunun olmadığı bir dünya vaad edemem… Sadece hepimiz kendimiz ne kadar dingin olursak, çevremize o denli katkıda bulunabileceğimizi hatırlatabilirim. Gerisi… Gerisi size kalmış… Sağlık, sevgi, huzur içinde günlerin artmasına niyetle..

 5 mayıs 2020 tarihinde boluolay gazetesinde yayınlanmıştır.

17 Aralık 2019 Salı

Eylül’ den Aralık ayına…

17 Aralık 2019 tarihinde boluolay.com sitesinde yayınlanan yazım.
Merhabalar değerli okuyucularım; en son yazımda kolumla ilgili durumu belirtmiştim. Bu geçtiğimiz zaman içinde kolumdaki çatlak iyileşti ve doktor onayıyla yeniden hafifçe çalışmaya başladım, ancak kas gücü kaybı sebebiyle fizyoterapi gerekli görüldü…  Özel anlaşmalı sigortadan faydalanıp, özelde fizyoterapi görmek yerine devlet hastanesinde sıra beklemeyi yeğledim. Zaten her gün seanslarda kas gücü de kullandığımdan ağırdan almak daha doğru geldi… Bedenin kendini iyileştirmesi de; bünyeye ve sürece bağlıdır, sabır ve özen ister. Doktor ağır taşımaktan kaçınmam ve koluma her seans arası on beş dakika buz koymamı sıkı sıkı tembihlemişti. Uyarıları dikkate almak iyileşmeyi kolaylaştırıcıdır. Bu arada bilgisayar bozuldu ve İstanbul malum tamirciye gitmek; otobüs, minibüs kullanmak, şanslıysan oturacak yer bulmak, bir de elinde bilgisayarı taşımak ve üstüne ne kadar masraf çıkacağını da bilemeyince; ertelemeyi yeğledim. Cep telefonundan yazabilsem, yine yazılarımı sürdürürdüm de; açıkçası biraz yaşın etkisinden olsa gerek, minnacık alanda mesaj dahi mecbur kalmadıkça yazmıyorum. Teknolojinin gerisinde kaldığımı kabul ediyorum, en azından sesli kaydedip yazıya döken bir program illa ki vardır da; ben keşfedip öğreneyim diye uğraşmak yerine beklemeyi yeğledim.
Bir hafta önce bilgisayarı tamire götürdüm, o arada bu nasıl insan hiç mi kimsesi yok yardım edecek diye aklınızdan geçebilir… Oğlum bilgisayarı alıp bu işlerden anlayan bir tanıdığına gösterdi, espriyle araya para sıkışmış deriz ya, durumun gidişatı belliydi, dolayısıyla bütçemi de hesaplayarak tercihim beklemek oldu. Biz gönüllü yazanların da, bir eli yağda bir eli balda olmadığı ve ülke standartlarında, yaşamlarımızı dengede tutmak için ekonomik tedbirlere ihtiyaç duyduğumuzu, üstelik her an beklenmedik masraflar hepimizin başına geldiğini belirtmek için, bu açıklamalara gerek duydum. Tabii bir de annemin ısrarıyla dişlerimle ilgili tedavi başlatınca, tahmin edebilirsiniz, kendime öğrendiğim tüm olumlama teknikleriyle motivasyon vererek, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımı dengede tutarak iyileşme yolculuğumu gerçekleştirmeyi hedefledim.
Nihayet üç gün önce bilgisayarım onarıldı, teslim aldım, içinde eklemem gereken detayları hallettikten sonra; ilk olarak sizlerle üç ayın özetini paylaştım. Lütfen hoşgörün.
Yazılarımı düzenli takip eden okuyucularımdan, bu uzun ara için çok çok özür diliyorum.
İnsanın neresi acıyorsa, canı oradadır derler… Bizler birbirimizi tanımasak dahi, gönül birliğimiz olmasından onur duyuyorum. Her konuda hemfikir olmasak dahi, birbirimizle saygı çerçevesinde iletişim kurabiliyor oluşumuz son derece kıymetli…
Bazı nahoş örneklerle, ekranlarda veya gerçek hayatta sık sık rast geliyor oluşumuza rağmen; çok şükür ki saygılı ve seviyeli, vicdanlı çoğunluğa sahip bir toplumuz.
Devlet hastanesinde çalışan personelin, o yoğunluğa rağmen güler yüzlü ve sevecen olmayı başarışından tutun da; hastaların birbirine ilgiyle geçmiş olsun deyişlerinden, oturacakları anda sizi fark edip aa lütfen siz buyurun deyişlerine kadar, insan olmanın hakkını verişlerini; toplumun diğer alanlarında da sıkça rastlamayı gönülden diliyorum.
Saygı ve sevgilerimle.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Elimi kullanabildiğim için şükürler olsun!

Bu yazım; 11 eylül 2019 tarihinde boluolay.com adreside yayınlanmıştır.
Hatırlarsanız altı ay kadar önce düşüşümden söz etmiş idim… Aylardır ara ara sağ kolumda yoğun bir ağrı oluyordu. Malum terzi kendi söküğünü dikemez deyişine sığınarak; eh yaşım da elli beş olunca doğal filan derken, meğer aylardır kolumda bir çatlakla yaşamış ve çalışmışım. Hal böyle olunca da tahmin edersiniz, hekimler kolumu kullanma yasağı koydu. Derler ya eli dursa kolu durmaz, hareketsiz durmaya çalışmak ve sol yanımı kullanmaya gayret etmek, yeni bir deneyim eğlencesi varsa keşfedeyim diye kendimi motive etmeye odaklandım. Her gün uzun zamandır zaman ayıramadıklarımı ziyaretler şeklinde yeniden planladım günlerimi…
Bu arada hekimim ağrısı geçse de bekleyeceksin, kullanmak yok dedi (aramızda kalsın, klavyeye dayandım ve kollarımı oynatmadan üç parmak oynatarak yazıyorum) Yazmayı müthiş özledim. Sizlerin de yazılarımı okumayı özlediğinizi umuyorum.
Şu an Bolu’ da yaşamak isterdim, İstanbul nasıl arada gelenlerin ve burada yaşayanların bildiği gibi; trafik kabus gibi, sanki yurtdışında yabancıların arasında yaşıyoruz…
Kolum askıda, otobüse biniyorum eh malum taksi ücretleri de zamlandığından, markete her gidişimizde yine yeniden fiyatı zıplamış ürünlerin hangisini kullanmasak, hangisini azaltsak diye ekonomi yapma çabamız, biz sonuçta halkız… İyi de bizi bize yaban eden sistemde; bırakın kolum askıda diye bana yer vermeyi, bastonla zor yürüyene dahi yer vermez ezelden yorgun ve umursamaz gençlerimiz çoğaldıkça çoğalıyor.
Metroya biniyorum, hastaneye gideceğim, çanta taşıyamıyorum diye bel çantası takıyorum, tutunamıyorum diye direk bulunca sırtımı dayıyorum, biri geçiyor yanımdan ve güüm koluma çarpıyor, acıdan yuh diyorum, dönüp pardon demiyor, acaba hem kör hem sağır veya canımı yakmak için mahsus yapmış olabilir mi? Yok paranoyaklık bu kadarı da mümkün değil diye, kendi kendime iç konuşmalar yapıyorken, Yenikapı’ da Marmaray’dan iniyorum, kalabalıkta ayaktaydım ya, ohh çok şükür asansörle çıkacağım diye rahatlamaya fırsat bulamadan, asansör boşalıyor adımımı atıyorum, küüt asansörün kapısı kolumun üstüne kapanıyor. AlfredHitchcock, Agatha Christie, StephenKing, ve ismini bir çırpıda hatırlayamadığım yazarların devri kapanmış, bizler onların kitaplarındaki isimlerden birilerini mi canlandırıyoruz yoksa? Bu ara sık sık acaba astrolojik oluşumlar arası karışıklığı mı yoksa benim en yakın ruh ve sinir hastalıklarına müracaat amanım mı geldi?
Şehir henüz üstüme üstüme gelmiyor, aslında kolumun durumu öncesi otobüs maceralarımda, arada bazı ruhsal sorunlu erkeklerin tacizlerinde tepemin atışı hariç, neredeyse yol boyu ön, yan, karşı sıra ahbaplıkları dahi kuruyor idim.
Her şeyi devletten, belediyelerden bekleyen halk olmayı bırakıp, sivil toplum örgütlerinde herkesin kendi yapabilirliği kadar topluma katkı olmasını seviyorum.
Sadece anlayamadığım; aynı kişiler dışarı çıktıklarında farklı kişiliklere bürünmeleri… Tanıdıklar arasında topluma hizmet edenler, yabancılar arasında halk düşmanı gibiler…
Bu yazımı okuyan güzel yürekli insanlar, hala okuyorsanız sabrınızdan ötürü çok teşekkür ve sona dek gelişinizden ötürü de tebrik ediyorum.
Bazen deli denmeyi göze alarak, yabancı bir dolu insanla dam üstünde saksağan şekli sohbetler yapıyorum, birkaç saniye önce somurtan yüzleri ışıldamaya, gözleri gülmeye başladığında içim ısınıyor. Bu kış yakacak masrafını da kısmanın formülü bu olabilir mi? Birbirimizin yüzünü gülümsetmek üzere neler yapabiliriz?
Öğrenim hayatına yeni atılan bıcırıkların heyecanı, bir üst sınıfa geçmiş cicili biçili kırtasiye ürünlerine tonlarca para dökmek için karı koca çalışan, büyükannnelerce yetiştirilen taptaze nesiller hepinizin öğretim yılı sağlıklı, keyifli geçsin.

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Nafiye köşe yazısı Okumak? Yazmak? Yaşamak?

08/07/2018 tarihinde boluolay gazetesinde yayınlanmıştır.
Yaşamak? Doğduğumuz andan başlayarak; çevremizi gözlemler ve taklit ederek, yaşam deneyimlerimizi çoğaltır, büyür ve şanslıysak yaşlanırken olgunlaşarak ölürüz. Bireyin bu giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinde; toplum sürekli onu iteler, ahlaki, vicdani ve ekonomik sorumluluklar yükler… Kişi zaman zaman kendini çuvallamış hatta kaybolmuş hissederse de; toplumun çerçevelediği konumu dışına risk alıp, sıfırdan başlama cesareti gösterebilmek her babayiğidin harcı değildir. El alem ne der? Çoğunluğun özellikle küçük yerleşim bölgelerinde, aile ve akraba ilişkilerinin ağırlığı altında yaşama mecburiyetinde olanlarda farklı hissedip, düşünmek ve kendini gerçekleştirebilmek daha çok imkansıza yakındır. Herkes kendi sınırlandırılmış alanlarında kötünün iyisini seçmeye çalışır… Bu nedenle okumayı okula gitmek sananlar, televizyonla sosyalleşenler, hayallerinde başka, gerçekte bambaşka yaşayanlar çoğalır… Öfkelerini yutup, üzüntülerini gömüp görevlerini yerine getirme gayretinde iken, ruhen ve bedenen yorgun ve hastalıkları çoğalmış insanlara dönüşülür… Bu büyük bir resmin içindeki fırça darbelerindeki hatalı minik detaymışçasına, örtülse de tuvalde iz bırakmışlıktır. Yeniden kendin olmaya her defasında bir adım daha uzaklaşmışlıklar… O halde yeniden o minik adımları tersine değilse de; yüreğimizin taa en derinlerinden gelen sesi yakalayarak, az biraz kendimize en yakın bir noktaya ufak ufak taşımak için neler yapabilirize bakalım mı? Bir insan düşüncesiyle, dış etkenlerle ve fiziksel yeme, içme, barınma gibi ihtiyaçlarıyla kendini deneyimlerken; adeta tek başına kocaman bir fabrika gibidir. Yöneticisinden, mühendislerinden, en toy işçisine kadar koskocaman bir fabrika! O halde en toy işçiyi eğitmeye başlayalım ki; yukarı doğru değişim, dönüşüm ve gelişim gerçekleşebilsin. Kendimizi bir proje gibi ele alarak, standart hayatımızda keskin, dikkat çekici, rahatsız edici ve bize çelme olası rahatsızlıklar oluşturmaksızın; neler yapabiliriz? Genelde çocukken okuma ve yazma öğretilirken bundaki amacı çocuklara aktaran yetişkine pek rastlamadım. Benim neslim ilkokulda okurken internetimiz yoktu, siyah beyaz televizyon maddi durumu iyi ailelere bin dokuz yüz yetmiş beşlerde girdi, o yıllarda şehir dışı telefon görüşmesi için santralde sıraya girilirdi, saatler sonra bağlantı olurdu… Köylerde bakkal veya muhtarda bir telefon bulunurdu, tüm eşraf konuşmalarını dinlerdi… Bilgisayar çevirmeli telefon hatlı bin dokuz yüz doksanlı yıllarda mırç gibi uygulamaların meşhur olduğu zamanları, gazetelerin kuponla şimdikilere göre epey ağırca olan cep telefonlarını verişini anımsayınca; teknolojinin bu denli hızlı ilerleyişinde uzaylıların parmağı mı var acaba diyesim geliyor, biraz da çarpıkça gülümseme yerleşiyor yüzüme… Teknolojinin hızına rağmen; insanlıkta geri kalışımıza bakınca bunda olsa olsa, gerçekten kişisel gelişimimizi önemsemeyişimiz saklıdır sanıyorum. Her aile çocukları okusun da belli kariyerlerde, rahat koşullarda yaşasın derken kaçırdıklarımız neler? Test kitaplarına boğduğumuz çocuklarımız, internet oyunlarında mı yaşlanacak? Gerçek yaşamda buluşan gençler, ellerinde cep telefonları imojilerle mesajlaşarak mı anlaşacak? Sesli kitap okuyarak pardon dinleyerek, araç kullanan yetişkinler tanıyorum… En azından trafikte müzik dinlemek yerine zamanı doğru değerlendirdiklerini söylüyorlar. Bir sosyal etkinlikte tanışanlar eskiden, birbirlerine kartvizit uzatırlarken, şimdi instagram adresi paylaşıp takipleşelim diyorlar… Nerdeyse teknolojinin esiri olmuşluğumuzla; birkaç gün cep telefonu, bilgisayar ve televizyondan uzak yoga ve ruhsal arınma kampları düzenleniyor, sonra yine koşuşturmalı hayata geri dönüş… Bir yerlerde kaçırdıklarımız, hatta görmezden gelmeyi seçtiklerimiz, kolayı seçerek hayatımızda aslında zorlaştırdıklarımızla yüzleşebilme cesareti gösterdiğimizde ise beynimiz yanarcasına farklı ufuklar açılmaya başlanıyor. Kalemle yazmayı dahi unutma aşamasına geldiğimi fark ettiğimde şaşkınlığımı anlatmaya sözcükler yetmez… Elim titredi harfleri çarpık çurpuk yazdım, neyse bisiklete binmek gibi hızlıca hatırladım diye sevinişimi düşünebiliyor musunuz? Gerçek kitap okurken, matbaadan çıkmış mis gibi kokan kitapları da, kitapçılarda bulamayıp ikinci el bulup aldıklarımızdaki kokuyu da hafızam gençlik anısı gibi işlemiş. E kitap, pdf, sesli kitap pratik, kitabı okurken, yanında taşımanın ağırlığı yok, tutarken ellerin uyuşmuyor derken gerçekliklerden uzaklaşmalarımız… Dondurulmuş hazır gıda tüketmek gibi pratik ama sağlıklı değil. Okuyan, düşünen, sorgulayan, fikir alışverişi yapan, yazan, hayatında kendinden hoşnut olmadığı yanlarını değiştirme cesareti olan bireyleri çoğaltabilmemiz için; yetiştirdiğimiz nesillere neden okuması gerektiğini becerebildiğimiz kadar aktarabilmek ve kendi kararlarından sorumlu olarak ilerleyebilmelerine tanık kalabilmeyi öğrenebilmemiz dileğiyle…