17 Aralık 2019 Salı

Eylül’ den Aralık ayına…

17 Aralık 2019 tarihinde boluolay.com sitesinde yayınlanan yazım.
Merhabalar değerli okuyucularım; en son yazımda kolumla ilgili durumu belirtmiştim. Bu geçtiğimiz zaman içinde kolumdaki çatlak iyileşti ve doktor onayıyla yeniden hafifçe çalışmaya başladım, ancak kas gücü kaybı sebebiyle fizyoterapi gerekli görüldü…  Özel anlaşmalı sigortadan faydalanıp, özelde fizyoterapi görmek yerine devlet hastanesinde sıra beklemeyi yeğledim. Zaten her gün seanslarda kas gücü de kullandığımdan ağırdan almak daha doğru geldi… Bedenin kendini iyileştirmesi de; bünyeye ve sürece bağlıdır, sabır ve özen ister. Doktor ağır taşımaktan kaçınmam ve koluma her seans arası on beş dakika buz koymamı sıkı sıkı tembihlemişti. Uyarıları dikkate almak iyileşmeyi kolaylaştırıcıdır. Bu arada bilgisayar bozuldu ve İstanbul malum tamirciye gitmek; otobüs, minibüs kullanmak, şanslıysan oturacak yer bulmak, bir de elinde bilgisayarı taşımak ve üstüne ne kadar masraf çıkacağını da bilemeyince; ertelemeyi yeğledim. Cep telefonundan yazabilsem, yine yazılarımı sürdürürdüm de; açıkçası biraz yaşın etkisinden olsa gerek, minnacık alanda mesaj dahi mecbur kalmadıkça yazmıyorum. Teknolojinin gerisinde kaldığımı kabul ediyorum, en azından sesli kaydedip yazıya döken bir program illa ki vardır da; ben keşfedip öğreneyim diye uğraşmak yerine beklemeyi yeğledim.
Bir hafta önce bilgisayarı tamire götürdüm, o arada bu nasıl insan hiç mi kimsesi yok yardım edecek diye aklınızdan geçebilir… Oğlum bilgisayarı alıp bu işlerden anlayan bir tanıdığına gösterdi, espriyle araya para sıkışmış deriz ya, durumun gidişatı belliydi, dolayısıyla bütçemi de hesaplayarak tercihim beklemek oldu. Biz gönüllü yazanların da, bir eli yağda bir eli balda olmadığı ve ülke standartlarında, yaşamlarımızı dengede tutmak için ekonomik tedbirlere ihtiyaç duyduğumuzu, üstelik her an beklenmedik masraflar hepimizin başına geldiğini belirtmek için, bu açıklamalara gerek duydum. Tabii bir de annemin ısrarıyla dişlerimle ilgili tedavi başlatınca, tahmin edebilirsiniz, kendime öğrendiğim tüm olumlama teknikleriyle motivasyon vererek, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımı dengede tutarak iyileşme yolculuğumu gerçekleştirmeyi hedefledim.
Nihayet üç gün önce bilgisayarım onarıldı, teslim aldım, içinde eklemem gereken detayları hallettikten sonra; ilk olarak sizlerle üç ayın özetini paylaştım. Lütfen hoşgörün.
Yazılarımı düzenli takip eden okuyucularımdan, bu uzun ara için çok çok özür diliyorum.
İnsanın neresi acıyorsa, canı oradadır derler… Bizler birbirimizi tanımasak dahi, gönül birliğimiz olmasından onur duyuyorum. Her konuda hemfikir olmasak dahi, birbirimizle saygı çerçevesinde iletişim kurabiliyor oluşumuz son derece kıymetli…
Bazı nahoş örneklerle, ekranlarda veya gerçek hayatta sık sık rast geliyor oluşumuza rağmen; çok şükür ki saygılı ve seviyeli, vicdanlı çoğunluğa sahip bir toplumuz.
Devlet hastanesinde çalışan personelin, o yoğunluğa rağmen güler yüzlü ve sevecen olmayı başarışından tutun da; hastaların birbirine ilgiyle geçmiş olsun deyişlerinden, oturacakları anda sizi fark edip aa lütfen siz buyurun deyişlerine kadar, insan olmanın hakkını verişlerini; toplumun diğer alanlarında da sıkça rastlamayı gönülden diliyorum.
Saygı ve sevgilerimle.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Elimi kullanabildiğim için şükürler olsun!

Bu yazım; 11 eylül 2019 tarihinde boluolay.com adreside yayınlanmıştır.
Hatırlarsanız altı ay kadar önce düşüşümden söz etmiş idim… Aylardır ara ara sağ kolumda yoğun bir ağrı oluyordu. Malum terzi kendi söküğünü dikemez deyişine sığınarak; eh yaşım da elli beş olunca doğal filan derken, meğer aylardır kolumda bir çatlakla yaşamış ve çalışmışım. Hal böyle olunca da tahmin edersiniz, hekimler kolumu kullanma yasağı koydu. Derler ya eli dursa kolu durmaz, hareketsiz durmaya çalışmak ve sol yanımı kullanmaya gayret etmek, yeni bir deneyim eğlencesi varsa keşfedeyim diye kendimi motive etmeye odaklandım. Her gün uzun zamandır zaman ayıramadıklarımı ziyaretler şeklinde yeniden planladım günlerimi…
Bu arada hekimim ağrısı geçse de bekleyeceksin, kullanmak yok dedi (aramızda kalsın, klavyeye dayandım ve kollarımı oynatmadan üç parmak oynatarak yazıyorum) Yazmayı müthiş özledim. Sizlerin de yazılarımı okumayı özlediğinizi umuyorum.
Şu an Bolu’ da yaşamak isterdim, İstanbul nasıl arada gelenlerin ve burada yaşayanların bildiği gibi; trafik kabus gibi, sanki yurtdışında yabancıların arasında yaşıyoruz…
Kolum askıda, otobüse biniyorum eh malum taksi ücretleri de zamlandığından, markete her gidişimizde yine yeniden fiyatı zıplamış ürünlerin hangisini kullanmasak, hangisini azaltsak diye ekonomi yapma çabamız, biz sonuçta halkız… İyi de bizi bize yaban eden sistemde; bırakın kolum askıda diye bana yer vermeyi, bastonla zor yürüyene dahi yer vermez ezelden yorgun ve umursamaz gençlerimiz çoğaldıkça çoğalıyor.
Metroya biniyorum, hastaneye gideceğim, çanta taşıyamıyorum diye bel çantası takıyorum, tutunamıyorum diye direk bulunca sırtımı dayıyorum, biri geçiyor yanımdan ve güüm koluma çarpıyor, acıdan yuh diyorum, dönüp pardon demiyor, acaba hem kör hem sağır veya canımı yakmak için mahsus yapmış olabilir mi? Yok paranoyaklık bu kadarı da mümkün değil diye, kendi kendime iç konuşmalar yapıyorken, Yenikapı’ da Marmaray’dan iniyorum, kalabalıkta ayaktaydım ya, ohh çok şükür asansörle çıkacağım diye rahatlamaya fırsat bulamadan, asansör boşalıyor adımımı atıyorum, küüt asansörün kapısı kolumun üstüne kapanıyor. AlfredHitchcock, Agatha Christie, StephenKing, ve ismini bir çırpıda hatırlayamadığım yazarların devri kapanmış, bizler onların kitaplarındaki isimlerden birilerini mi canlandırıyoruz yoksa? Bu ara sık sık acaba astrolojik oluşumlar arası karışıklığı mı yoksa benim en yakın ruh ve sinir hastalıklarına müracaat amanım mı geldi?
Şehir henüz üstüme üstüme gelmiyor, aslında kolumun durumu öncesi otobüs maceralarımda, arada bazı ruhsal sorunlu erkeklerin tacizlerinde tepemin atışı hariç, neredeyse yol boyu ön, yan, karşı sıra ahbaplıkları dahi kuruyor idim.
Her şeyi devletten, belediyelerden bekleyen halk olmayı bırakıp, sivil toplum örgütlerinde herkesin kendi yapabilirliği kadar topluma katkı olmasını seviyorum.
Sadece anlayamadığım; aynı kişiler dışarı çıktıklarında farklı kişiliklere bürünmeleri… Tanıdıklar arasında topluma hizmet edenler, yabancılar arasında halk düşmanı gibiler…
Bu yazımı okuyan güzel yürekli insanlar, hala okuyorsanız sabrınızdan ötürü çok teşekkür ve sona dek gelişinizden ötürü de tebrik ediyorum.
Bazen deli denmeyi göze alarak, yabancı bir dolu insanla dam üstünde saksağan şekli sohbetler yapıyorum, birkaç saniye önce somurtan yüzleri ışıldamaya, gözleri gülmeye başladığında içim ısınıyor. Bu kış yakacak masrafını da kısmanın formülü bu olabilir mi? Birbirimizin yüzünü gülümsetmek üzere neler yapabiliriz?
Öğrenim hayatına yeni atılan bıcırıkların heyecanı, bir üst sınıfa geçmiş cicili biçili kırtasiye ürünlerine tonlarca para dökmek için karı koca çalışan, büyükannnelerce yetiştirilen taptaze nesiller hepinizin öğretim yılı sağlıklı, keyifli geçsin.

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Nafiye köşe yazısı Okumak? Yazmak? Yaşamak?

08/07/2018 tarihinde boluolay gazetesinde yayınlanmıştır.
Yaşamak? Doğduğumuz andan başlayarak; çevremizi gözlemler ve taklit ederek, yaşam deneyimlerimizi çoğaltır, büyür ve şanslıysak yaşlanırken olgunlaşarak ölürüz. Bireyin bu giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinde; toplum sürekli onu iteler, ahlaki, vicdani ve ekonomik sorumluluklar yükler… Kişi zaman zaman kendini çuvallamış hatta kaybolmuş hissederse de; toplumun çerçevelediği konumu dışına risk alıp, sıfırdan başlama cesareti gösterebilmek her babayiğidin harcı değildir. El alem ne der? Çoğunluğun özellikle küçük yerleşim bölgelerinde, aile ve akraba ilişkilerinin ağırlığı altında yaşama mecburiyetinde olanlarda farklı hissedip, düşünmek ve kendini gerçekleştirebilmek daha çok imkansıza yakındır. Herkes kendi sınırlandırılmış alanlarında kötünün iyisini seçmeye çalışır… Bu nedenle okumayı okula gitmek sananlar, televizyonla sosyalleşenler, hayallerinde başka, gerçekte bambaşka yaşayanlar çoğalır… Öfkelerini yutup, üzüntülerini gömüp görevlerini yerine getirme gayretinde iken, ruhen ve bedenen yorgun ve hastalıkları çoğalmış insanlara dönüşülür… Bu büyük bir resmin içindeki fırça darbelerindeki hatalı minik detaymışçasına, örtülse de tuvalde iz bırakmışlıktır. Yeniden kendin olmaya her defasında bir adım daha uzaklaşmışlıklar… O halde yeniden o minik adımları tersine değilse de; yüreğimizin taa en derinlerinden gelen sesi yakalayarak, az biraz kendimize en yakın bir noktaya ufak ufak taşımak için neler yapabilirize bakalım mı? Bir insan düşüncesiyle, dış etkenlerle ve fiziksel yeme, içme, barınma gibi ihtiyaçlarıyla kendini deneyimlerken; adeta tek başına kocaman bir fabrika gibidir. Yöneticisinden, mühendislerinden, en toy işçisine kadar koskocaman bir fabrika! O halde en toy işçiyi eğitmeye başlayalım ki; yukarı doğru değişim, dönüşüm ve gelişim gerçekleşebilsin. Kendimizi bir proje gibi ele alarak, standart hayatımızda keskin, dikkat çekici, rahatsız edici ve bize çelme olası rahatsızlıklar oluşturmaksızın; neler yapabiliriz? Genelde çocukken okuma ve yazma öğretilirken bundaki amacı çocuklara aktaran yetişkine pek rastlamadım. Benim neslim ilkokulda okurken internetimiz yoktu, siyah beyaz televizyon maddi durumu iyi ailelere bin dokuz yüz yetmiş beşlerde girdi, o yıllarda şehir dışı telefon görüşmesi için santralde sıraya girilirdi, saatler sonra bağlantı olurdu… Köylerde bakkal veya muhtarda bir telefon bulunurdu, tüm eşraf konuşmalarını dinlerdi… Bilgisayar çevirmeli telefon hatlı bin dokuz yüz doksanlı yıllarda mırç gibi uygulamaların meşhur olduğu zamanları, gazetelerin kuponla şimdikilere göre epey ağırca olan cep telefonlarını verişini anımsayınca; teknolojinin bu denli hızlı ilerleyişinde uzaylıların parmağı mı var acaba diyesim geliyor, biraz da çarpıkça gülümseme yerleşiyor yüzüme… Teknolojinin hızına rağmen; insanlıkta geri kalışımıza bakınca bunda olsa olsa, gerçekten kişisel gelişimimizi önemsemeyişimiz saklıdır sanıyorum. Her aile çocukları okusun da belli kariyerlerde, rahat koşullarda yaşasın derken kaçırdıklarımız neler? Test kitaplarına boğduğumuz çocuklarımız, internet oyunlarında mı yaşlanacak? Gerçek yaşamda buluşan gençler, ellerinde cep telefonları imojilerle mesajlaşarak mı anlaşacak? Sesli kitap okuyarak pardon dinleyerek, araç kullanan yetişkinler tanıyorum… En azından trafikte müzik dinlemek yerine zamanı doğru değerlendirdiklerini söylüyorlar. Bir sosyal etkinlikte tanışanlar eskiden, birbirlerine kartvizit uzatırlarken, şimdi instagram adresi paylaşıp takipleşelim diyorlar… Nerdeyse teknolojinin esiri olmuşluğumuzla; birkaç gün cep telefonu, bilgisayar ve televizyondan uzak yoga ve ruhsal arınma kampları düzenleniyor, sonra yine koşuşturmalı hayata geri dönüş… Bir yerlerde kaçırdıklarımız, hatta görmezden gelmeyi seçtiklerimiz, kolayı seçerek hayatımızda aslında zorlaştırdıklarımızla yüzleşebilme cesareti gösterdiğimizde ise beynimiz yanarcasına farklı ufuklar açılmaya başlanıyor. Kalemle yazmayı dahi unutma aşamasına geldiğimi fark ettiğimde şaşkınlığımı anlatmaya sözcükler yetmez… Elim titredi harfleri çarpık çurpuk yazdım, neyse bisiklete binmek gibi hızlıca hatırladım diye sevinişimi düşünebiliyor musunuz? Gerçek kitap okurken, matbaadan çıkmış mis gibi kokan kitapları da, kitapçılarda bulamayıp ikinci el bulup aldıklarımızdaki kokuyu da hafızam gençlik anısı gibi işlemiş. E kitap, pdf, sesli kitap pratik, kitabı okurken, yanında taşımanın ağırlığı yok, tutarken ellerin uyuşmuyor derken gerçekliklerden uzaklaşmalarımız… Dondurulmuş hazır gıda tüketmek gibi pratik ama sağlıklı değil. Okuyan, düşünen, sorgulayan, fikir alışverişi yapan, yazan, hayatında kendinden hoşnut olmadığı yanlarını değiştirme cesareti olan bireyleri çoğaltabilmemiz için; yetiştirdiğimiz nesillere neden okuması gerektiğini becerebildiğimiz kadar aktarabilmek ve kendi kararlarından sorumlu olarak ilerleyebilmelerine tanık kalabilmeyi öğrenebilmemiz dileğiyle…

13 Nisan 2019 Cumartesi

semiology/İŞARET DİLİ ÖĞRENMENİN GEREKLİLİĞİ

12 nisan 2019 tarihinde boluolay gazetesinde yayınlanmıştır.

Değerli okuyucularım; bizleri gelecekte nelerin beklediğini bilemeyiz. Dünyadaki hızlı teknolojik gelişime nasıl ayak uydurmakta zorlanıyor ve yine de çabalıyorsak; içgüdüsel olarak her farklı koşulda hayatta kalma gayretine gireriz ancak, zihnimiz öncesinde sürprizlere hazır olmadığında panikleriz.
Yeni bir şey öğrenmeye başlamak, başlangıçta zorlayıcı olsa da; sürekli ve sıkça tekrar yaptıkça yerleşik kullanılabilir bilgiye dönüşür.
Bugün için sağlıklı yaşam sürenlerimizin devamında başına neler gelebileceği belirsizdir. Bir trafik kazası geçirip aniden uzuvlarımızı kaybedebileceğimiz gibi, işitme veya görme yeteneğimizi yitirebiliriz… Hatta dünya üzerinde kaş yapalım derken göz çıkaran, teknolojik ve biyolojik denemelerde toplu kurbanlar haline de dönüşebiliriz…
Bu korku senaryolarını üretmenin yerine, her duruma hazırlıklı olmak adına, kendimize neleri katabileceğimizi planlayalım mı?
Çocukluğumda sokağa oynamaya çıkmama izin verilmediği zamanlarda, evde tek başıma yetişkinler gibi kitap filan okuyarak oyalanmaktan sıkıldığımda icat ettiğim oyunlar arasında, gözlerim görmese nasıl yaşardım vardı (gözlerimi bir eşarpla bağlar, evin içinde bir yerlere çarpmadan dolaşmayı öğrenmeye çalışırdım), sonra ya kulaklarım duymasaydı ne yaparım diye kulaklarıma pamuk tıkayıp, duymamayı denedim, uğultu sinir bozucuydu ancak yine de duymayı sürdürebiliyordum…Ayna karşısında garip yüz mimikleri yapar, tuhaf sesler çıkarırdım… O zamanlar için oldukça sıra dışı davranışlardı… Şimdi özel eğitimlerde bunlardan daha derin anlamlılarını öğretmekteyiz…
Çocuklarınızda benzeri davranışlar görürseniz lütfen paniklemeyin, onlar sizin unuttuğunuz veya farkına varamadığınız bir takım özel durumlar için hazırlar… Toplumsal koşullandırmalarımızın ötesinde algılayamadığımız engin bir hayat mevcut…
Çevrenizde duyma güçlüğü içinde, işitme cihazı takmayı kabul etmeyen ve devamında kelimeleri dahi unutmaya başlayanlar olmayabilir… Hatta sağır birine dahi rast gelmemiş olabilirsiniz… Bu olmadığı anlamı taşımıyor öyle değil mi? İçimizden birinin hatta kendimizin bu duruma düşmeyeceği anlamı da taşımıyor değil mi?
O halde kendinize ve yakın çevrenize bir iyilikte bulunun. Bunun için belli sayıda sizinle aynı eğitime katılmayı talep eden kişiyi toplayıp imza vererek, muhtarlık bünyenizde dahi eğitim sınıfı açılmasını talep edebilirsiniz. Halk eğitim merkezleri bünyesinde de, baktınız katılmak istediğiniz eğitim yok peşini bırakmayın yazılı talepte bulunun.
İşaret dili henüz ülkemizde yabancı dil kapsamına alınmamış olsa da; çalıştığınız kurum veya firmalarda belli sayıda engelli çalıştırılma zorunluluğu olduğunu ve sizin de bu eğitimi alarak topluma katabileceğiniz değerleri düşünmeniz bile harekete geçeniz için yeterlidir.
Çocuklarınıza da böyle bir farkındalık katmak üzere, birlikte eğitime katılabilirsiniz… Bazen ebeveynler çocuklarıyla ortak paylaşım adına ne yapacakları konusunda ekonomik olarak sıkışıyorlar, illa trend neyse basketbol kursuna, baleye, yüzmeye filan göndermek için koşullarını zorluyorlar… Filanın kızı baleye yazılmış, filanın oğlu karate kursuna gidiyorlarla kendinizi ve çocuklarınızı sınırlamayın.
Geçen bankada sıra beklerken peş peşe üç işitme engellinin işlem yaptırdığını fark ettim… Dudak okuyorlar ve eğitim almış olanlar çoğunlukla kendilerini sesle ifade edebiliyorlar. Banka görevlilerinden biri dahi işaret dili bilmiyordu… Şimdi engelli kim sorarım size? Türkiye koşullarında sağırlar için eğitim koşulları kısıtlı, 3 yaşına dek farkedilip ekonomileri uygunsa ve devlet destek veriyorsa operasyonla belli bir noktaya dek başarılı sonuçlar alanlar olduğunu duydum. Onlar dışında olanaksızlıklara rağmen muhteşem zeki ve yetenekli olduklarını tahmin edersiniz. Biz normal olduğumuzu varsayanlar esas engellileriz gibi görünüyor… Öyle tuhaf korkulara sahibiz ki, kendimizden öyle uzaklaşmışız ki, en önemli biz gibi davranıp görmezden duymazdan gelebildiklerimizi görüp duymaya başladığımızda insanlığımızı yeniden keşfedebiliriz.
Yabancı dil öğrenmesi için kurslara kaydettirdiğimiz çocuklarımızın, o sırada tercihlerini sorsak oyun diyeceklerdir… İstemeden gelecekleri düşünülerek gönderildikleri kurslardan sonra dile yeteneği yok diye kodladığımız çocuklarımızın aslında zamanı geldiğinde ne denli yeteneği olduğuna şaşırırız değil mi? Bugün için gerekli görmediğimiz birçok şeyin de zaman geçince ne denli değerli ve gerekli olduğunu anladığımızda ise dizlerimizi mi döveceğiz? Haydi hemen kendi farklı yeteneklerinizi de keşfetmek ve kişisel gelişiminiz adına ve çevremize sevgiyle katkı olmak üzere işaret dili öğrenmek üzere adım atmaya var mısınız?

3 Nisan 2019 Çarşamba

Önce kendimiz için yaşamak(1 nisan 2019 tarihinde boluolay gazetesinde yayınlanmıştır)

Geçimimizi sağlamak için çalışırız, gönüllü çalışırız, planlar yaparız… Bir anda kendimizi beklenmedik olaylar zincirinde dağılmış buluruz…
İşte ben de son iki ayda böyle deneyimlerden geçtim… Önce dört haftayı bulan solunum yolları rahatsızlığı, ardından sol gözümde oluşan sebebi anlaşılmayan bir kan baloncuğuyla geçen bir hafta, üzerine tam düzeldim derken pazarda bir hanımın pazar arabasına ayağımın takılışıyla ( kadın da arabası düşmesin diye sıkıca yapışınca) yere kapaklanışım tuz biber oldu… Çok şükür ki kırık oluşmamış ve yavaşça iyileşmekteyim. Bu iki ay mecburi görevlerimi yerine önem sırasına göre yerine getirmeyi sürdürmeye gayret ettim ancak gönüllü vazifelerimi ertelemek durumunda kaldım. Bunlar arasında en sevdiğim yazı yazmak da vardı. Yazmayı çok özledim.
İtiraf ediyorum önce kendimi düşünerek kızım, oğlum ve annemle iki gün de olsa şehir dışına kaçıverdik.  Kızım ve oğlum da yoğun tempo içinde çalıştıklarından, uzun zamandır bir arada zaman geçirme fırsatı bulamamıştık. Özellikle benim bir türlü gezebilme fırsatı bulamadığım bölgeyi seçtik, Denizli’ ye gittik…  Yıllardır travertenleri gidip göremedim der dururdum, şimdi ise çok daha fazlası eklendi çünkü Denizli gerçekten hem arkeolojik alanda muazzam eserlere sahip, hem de mağaraları, ve şifalı suları ile geniş bir alana yayılmış, öyle bir iki günde gezilmesi mümkün değil.
Teleferik müthiş bir dik açıyla sizi tepeye çıkarıyor, yükseklik korkunuz varsa bir psikologla önce bu korkunuzu aşmak üzere çalışıp sonra mutlaka deneyimleyin. Kenti tepeden izlemek muhteşem hissettiriyor.
Travertenlere güney kapısından girmenizi öneririm, daha kısa mesafe yürüyerek ulaşırsınız, yürümekte zorlanıyorsanız da; uygun ücretle özel sürücülü araçlar var. Oraya kadar gidince, ayakkabılarınızı çıkarıp taravertenlerde kısa bir yürüyüş yapmak eğlenceli gelecektir. Ardından restore edilen harabelerde oluşturulan müzeleri gezin derim; bin sekiz yüz yıl toprak altında dayanmış, uzman arkeologlar (Pamukkale üniversitesi denetiminde), restore edilmiş, ibriklerden tutun da, mücevherata kadar eserlere hayran olacağınıza eminim.
Yanınıza mutlaka mayo, havlu ve terliklerinizi alın ki; açık antik havuzda yüzebilin… Giriş kişi başı 75 lira, özel bir işletme ilgilendiğinden girişte müze kartınıza diğer yerlerde yapılan yüzde yirmi beş indirimden yararlanamıyorsunuz. Yanınızda yiyecek, içecek taşımamanız konusunda uyarılar mevcut. Travertenlere çıkmadan önce uygun fiyatlı lokantalar da var, göl yanında çay bahçesi de, yine de yanınıza birer şişe su alın derim. Havuzun suyu ılıca, üstelik alt kaynaklardan soda gibi kabarcıkları çıkıyor ve akıyor… Sanırım suların boşa akmasını önlemek ve doğru değerlendirmek için bir düzenek oluşturulmuş. Yapılan yatırım ülkemizde yapılan çalışmaların bardağın boş kısmını görmeye ve eleştirmeye alışık insanların dahi hayranlığını kazandıracağına inanıyorum. Havuz görevliler tarafından sürekli temizleniyor, içinde minik yosunlar oluşmuş kopup su yüzeyinde kirli bir görüntü oluşturmasını böylece engelliyorlar.Havuza gözlükle girdim, su altını TombRider misali gözlemleyerek yüzdüm, kalıntı sütunlar, büyük mermer parçaları arasında, su sadece ufak bir alanda derin diğer taraflarda yürüyerek gezilebilinir.Oluklardan tazyikli akan suda sırt ağrılarınızı hafifletebilirsiniz… Çantalarınız için kilitli dolaplar mevcut, soyunma kabinleri yanında saç kurutma cihazı ve tuvaletler gerçekten tertemiz. Fikrimce çok sıcaklara kalmadan gezin, mart ayında dahi güneş yakabiliyor, hazırlıklı gidin…
Ve Leodikya’ nın yarısını, dizim acımaya başladığı için ne yazık ki gezemedim…. 2003 yılından beri çalışmalarsürüyormuşve daha ayrısı dahi tamamlanmamış koskoca bir kent…
Tripolis ise daha uzun yıllarca kazı çalışmalarının süreceği bir yer gibi göründü…
Gidiş dönüş bizim gibi kısa boşluğu olanlar için iki gün kalmak için dahi değer… Elbette bir hafta ayırabilirseniz çok daha doya doya gezebileceksinizdir.
Başta dediğim gibi önce kendimiz için yaşamayı hep unuturuz, ara sıra hatırlamak bakış açımız ve ruhumuz için faydalı olacaktır. Daha sık kendimiz için yaşamayı başarabileceğimiz günlere…

8 Ocak 2019 Salı

Yazamadıklarım birikince…


08 Ocak 2019, 12:42
Bu makale 55 kez okundu
Yazamadıklarım birikince…
Nafiye Ç. Özdemir
Sevgili okurlarım; sizlere yazmayı ne denli özlediğimi anlatabilmeye sözcükler yetersiz kalır…
Sabah uyandığımda umuda gözlerimi açmayı öğreneli, tüm karamsar tabloların önüme konuluşuna rağmen, yaşam ki neredeyse bir aya yaklaşan bir bağışıklık sistemi çöküşü atlatışım dahil, her an çok daha fazla farkındalıkla ve geçmişle ilgili çözülmelerle ki, bu konulara aşina olanlar bilirler… Şifa alanında emek veriyorsanız, karşılıklı bir çalışma içindesinizdir… Her dokunduğunuz ruhun ödemesi gereken bedellere (maddi anlamda değil) yaşamındaki tekamül sürecine dahil olursunuz… Elbette bağ kesersiniz, psişik alan korumalarınız ve temizliğinize itina edersiniz… 
Bir yandan insan bedeninde oluşunuzla yorulur, acıkır, susar ve dünyevi gerekleri yerine getirmeye gayret edersiniz… Çoluk çocuk, aile sorumlulukları, çevrede sürekli rahatsızlıkları olanlara yönderlik ve her zaman evren size dinlenme imkanı sunmayabilir… Şikayet yerine; burada öğrenmem gereken nedir diye sorma alışkanlığı edinmişseniz, içinizde ufak şüphe tohumları baş gösterdiğinde hemen yanıtınız gelir; yola devam!
Yüreğiniz size uygun olmayan vazifelerde iseniz habire sıkıştıracaktır, özünü bul bu dünyadaki varoluş amacına hizmet et diye dürteleyecektir… Bulunduğum konuma mecburum düşüncesinden sıyrılamadığınız takdirde ise; ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklara zemin hazırlamış olursunuz…
En kötü ne olur? Aç mı kalırsınız<? Kiranızı mı ödeyemezsiniz? Değer verdikleriniz tarafından dışlanır mısınız? Ölür müsünüz? Peki ya yüreğiniz ve zihninizle iş birliği yapar da; bir çok farklı çözüm yolu keşfederseniz… Şimdikinden daha başarılı ve daha mutlu olacağınızdan mı korkuyorsunuz?
Bir sorununuz varsa bin farklı çözüm yolu bulabilirsiniz, dışarıdan hazır oluşturulana alışmışlıkla bu yeteneğiniz körelmiş olabilir…
Ülkemiz vatandaşları işsiz dururken, yurt dışından gelenler nasıl iş bulup çalışabiliyor düşündünüz mü? Ya yokluk ya savaş sonrası çöküş içinde var olma gayretleri, azla yetinebilmeleri onları ön sıraya taşıyor ise; o halde kibirli davrandığımızı fark edip, aza tamah etmeyen çoğu bulamaz atasözünü içselleştirerek, kendimize yaptığımız işle veya aldığımız rakamla kişiliğimizin oluşmadığınıhatırlayarak, ülke ve dünyanın içinde bulunduğu zorluklardan elbette etkileneceğimizi baştan kabul ederek, birbirimizle barışçıl, sevgi ve hoşgörü ve de özellikle saygıyla iletişim kurarak nasıl zenginleşebileceğimizi ( zenginlik maddiyatın çok daha üstünde bir anlam taşımaktadır) deneyimleyelim.

komşuluk

28 Kasım 2018, 12:18
Bu makale 3753 kez okundu
KOMŞULUK…
Nafiye Ç. Özdemir
 KOMŞULUK…
…denilince; aynı binayı, aynı mahalleyi, aynı kıtayı şeklinde devam edebiliriz…
Atalarımız komşusu açken tok yatan bizden değildir anlamında deyişlerle bizleri büyütmüşlerdi… Sonra ne değişti?
Kime, neye göre bakış açıları ve davranış modelleri geliştirdik?
Bir komşunun evinde hasta yatağında acılarla kıvranan varken; yan dairede yaş günü partisi düzenlenebiliyor… Bir komşuda cenaze kalkarken, diğerinde davul zurnalar düğün olabiliyor…
56 daireli bir binada yaşıyorum. Geçen yıllık toplantı sırasında; bir daire sahibinin annesinin vefatı sonrası, işsiz olduğu elektrik, suyunun borcundan kesildiği, aidatlarının birikmiş olduğu hakkında icra takibi yapılması üzerine konuşulurken; peki ramazan ayında herkes bir şekilde fitre, zekat veriyor, bu şahsın borcunu kapatmaya destek olmaya ne dersiniz diye sorduğumda; altmışını geçmiş bir hanım sinirli bir şekilde ayağa kalkarak; eli ayağı tutuyor çalışsın efendim ne diye onun borcunu üstlenecekmişiz diye itiraz etti, ardından seksenine gelmiş, üstelik hacı olmuş bir bey ona çok kereler yardım ettim artık hak etmiyor dedi. Biz kimiz ki, kimin neyi hak ettiğini yargılıyoruz, belli ki psikolojik sorunları var, dairesini yok pahasına satmaya razıyken alıcı çıkmıyor madem o zaman, bina sakinleri topluca, insani vazife olarak yardımcı olabilir diye önermiştim, baktım tek başımayım, o zaman yöneticiye hukuki süreci başlatın bari de satıp kaçarsa, borcu sizin üzerinize kalmasın derken buldum kendimi…
Ülkemiz komşularına yıllardır, kendi insanlarının işsiz kalmasına yol açan şekilde kapılarını açıyor… Her kiminle konuşsam; Suriyelilerin gelişi ile ülkemizde aşısı yapılmayan birtakım hastalıkların baş gösterdiğini duyuyorum… Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla, ülkemize Türki cumhuriyetlerden çokça insan yerleşti, uzak doğu ülkelerinden gelenler, siyahi hangi ülkelerden geldiklerini bilmediklerimle metrobüste, hızlı tramvayda, otobüste yan yana seyahat ediyoruz, yollarda tezgâh açmış saatten türlü hediyelik eşyaya kadar satış yaparlarken rastlıyoruz…
Bir yandan bu gelenlerin, okullara alımında dahi kimilerine ayrıcalık tanındığından, sınavsız alındığından şikayet edilişini duyarken; bir yandan da kimi insanlarımızın döviz bazında yanlarında yabancı hasta bakıcı, gündelikçi çalıştırdığına şahit oluyorum… Bir çok otel ve spor salonu spasında, Türk masaj uzmanları yerine uzak doğuluların tercih edilişini müşterilerin talepleri bu doğrultuda diye açıklayışlarına şahit oluyorum.
Hangi değerlerimizi, ne zaman, nerelerde yitirmeye başladık? Nasıl haklı bir savunmamız var? Ülkemizde gerçek anlamda eğitimlerini tamamlamak, mesleğinde ilerlemek için alın teri döken, emek veren vatandaşlarımız yerine yabancılar daha makbul hale nasıl geldiler? Bizim ülkemizden de türlü sebeplerle farklı ülkelere beyin göçünden söz edilir ya, koşullar sağlansa kimse yerinden yurdundan olmak istemez…
Bu tüm dünyanın sorunu, uzak doğudan gelenler de kendi vatanlarında olanaksızlıklar sebebiyle buradalar ve Türki cumhuriyetlerden gelenler ha keza… Doğduğun yer değil doyduğun yerdir vatanın derler ya; herkes kendi vatan özlemiyle bulunduğu yerde daha iyi yaşam koşulları oluşturma gayretinde…
Peki bu ülke için yirmi dokuz ekimde yürüyüş yapanlar, on kasımda atamızı ziyaret için Anıtkabir önünde biriken kalabalıklar, on sekiz martta Şehitler Abidesi’ ne akın akın ziyarete giden turlardaki sevgili vatandaşlarım bir şeyler yanlış gidiyor diye düzeltmek üzere yazıp çizenler hepimiz düşüncelerimiz ve davranışlarımızda neleri atlıyoruz da mış gibi yaşıyoruz? Bu çelişkilerden nasıl sıyrılabiliriz? 
Mahallemizde her sokak başında bir çiçekçi var, hepsiyle selamlaşır zaman zaman hatır sorarım… Bir tanesi eski kalmış varsa bir kaban, mont istedi… Daha soğuklar başlamadı, üstelik sigaraya ayıracak parası var deyip onun bu dileğini görmezden mi gelmeliyim? Bu bana Yaradan’ a şirk koşmak gibi geliyor… Ben kimim onu yargılayayım? Kızılderili atasözü; birinin ayakkabısıyla altı ay yürümeden onun hayatı için yargıda bulunma der… 
Komşulukta; mahalle içinde yaşamaya çalışan kedi, köpek, kuşlar da var… Belediye ve gönüllü ekipleri zaten bu iş için varlar deyip, onlara bir kap su, pencereme biraz buğday bırakamıyorsam insanlığımı sorgulama zamanım gelmiş te geçiyordur… Peygamber efendimiz; namaz kılarken eteğine kıvrılan kediyi uyandırmamak için eteğini kesmiş diye anlatılır… Canlı hangi varlık olursa olsun saygıyla davranalım; eve giren örümceği öldürmeden bahçeye atalım. Bahçemizdeki ağaca dahi hürmetle yaklaşalım ki yeni yetişenlere mirasımız gerçek komşuluk olsun.

önlem almak

Önlem almak

09 Ekim 2018, 11:36
Bu makale 1265 kez okundu
Önlem almak
Nafiye Ç. Özdemir
Her nesille hayata bakış açımızda değişimler oluşuyor… Yeni nesillere eskilerin verdiği öğütler, önceleri küçümseniyor olsa da zaman içinde benzer deneyimlerle atalarımıza dönüşüyoruz…
Ekonomik refah düzeyinde olanlar dahil toplumumuz ciddi bir sınavdan geçmekte… Atasözlerimiz adeta hafızaları zorluyor… Hazıra dağ dayanmaz… Ak akçe kara gün içindir…
Çağımız medya yoluyla ihtiyacımız dışında arzularımızın esiri olmamıza vesile ürün çeşitliliğiyle iştahımızı kabartıyor…. Bir kışlık botla yetinemiyoruz, şu modeli bu rengi olsun diye kredi kartlarına yükleniyoruz. Atın ölümü arpadan olsun diyerek yaşarken dahi; faturaların yarı yarıya artışından da şikayetçiyiz… 
Bizleri yetiştirirken ebeveynlerimizin mutlaka doğru sandıkları yanlışları olmuştur tabii; peki ya bizler? O denli ahkam kesişlerimizle kendi çocuklarımızı nasıl yetiştirmekteyiz?
Mezuniyet balolarında renkli kağıtlardan kıyafetlerin yapıldığı zamanlar çok gerilerde kaldı… Şimdilerde gelinlik fiyatına mezuniyetlere hazırlananlara bakınca; bir bilemedin iki kez giyip ihtiyacı olana verilmek üzere bu denli rakamlarla aile bütçesini zorlamak ne kadar anlamlı olabilir? Kokulu silgisi olan çocuklara özendiğimiz, okul önlüğümüze çengelli iğneyle lastik silgimizin tutturulduğu günleri anımsıyor musunuz?
Kaçınız yağ kuyruklarında sıra olduğumuz günleri anımsıyor? Biz ailemizden daha iyisini yapacağız derken; daha tüketici olduk… Yazın klimalar, kışın ısıtıcılar, annemizin mantosunun tersinden bize manto dikildiği günler çok uzaklarda öyle değil mi? Peki bu sene hangi alışveriş merkezinde, indirimi kovaladınız? Yeni sezon ürün almak zorunda kalınca yaşadığınız yeni ürün alabilme mutluluğu muydu yoksa kredi kartının şişmesinin verdiği ağırlık mı?
Şimdilerde aradığınız çözüm; herkesin ikinci bir iş hatta üçüncü bir iş ile kaynaklarını arttırmak üzere, bir insanın iki veya üç insanlık performans göstererek çalışıp kazanması mı? Peki böyle yaparken ülkedeki diğer iş ihtiyacındaki insanlara haksızlık ettiğinizi düşünüyor musunuz? Veya diğer insanlardan banane diyecek kadar duygularınız öldü mü?
Ruhsal çöküntünün toplumda asık yüzleri arttırdığı ve kişilerin birbirine toleransının yok olma düzeyinde azaldığını görünce, tepkiniz sizden başkalarını suçlamak yönünde mi oluyor?
Şapkamızı önümüze koymayı becerebilirsek; yaptıklarımızın sorumluluğunu alabilirsek, biraz mütevazi olmayı öğrenebiliriz. Bir zamanlar başkalarına küçülmüş gelen giysileri bize getirdiklerinde ben memnun olurken; çocuklarımda alamadığımız hissi ile eziklik oluşmuş ise, ya ben doğru anlatamamışım ya da etrafın tepkilerinden etkilenmişlerdir. Herkes kendi kullanmadığını, ihtiyacı olanın ulaşabilmesi adına bir yöntem geliştirmeli bu milli sorumluluk duygusu ile yapılmalı… gelen zamların ardında birçok neden olsa da;bizlerin har vurup harman savurduğu alanlardan sadece kendimiz sorumluyuz. Bu noktada bazı genç gönüllülerin muhteşem çalışmalarını duyuyorum… İnternet üzerinden ihtiyacı olana kargo ödemeli ürünleri yollayabiliyorlar, hatta bazen mobilyalar dahi bu şekilde ihtiyaç sahiplerine nakil ücreti karşılığı gönderiliyor. İşte o insanlar geceleri vicdanen rahatça uyuyabiliyorlar.
Çevremizde tanımadığımız insanlardan dahi sorumluyuz, banane deyip her geçtiğimiz olay bir şekilde dönüp bizi tekrar bulur, taa ki biz o konuda terbiye olana dek… İnsanlardan sürekli duyuyorum, neden hep beni buluyor böyle şeyler diye… Ne zaman kapımızı, penceremizi, gözlerimizi açıp diğer insanlarla eşdeğer olduğumuzu farkedeceğiz, işte o zaman nasıl böyle şanslı olabildim cümlesini yüreğimizin derinliklerinde hissederek söyleyebileceğiz….
Toplum bilincini uyandırmak üzere ‘komşusu açken, tok yatan bizden değildir’. Geçmişte dudak büktüğümüz , hatta anlamını dahi kavramakta güçlük çektiğimiz, halının altına süpürdüklerimizi yüzeye çıkarma vaktidir. Hepimize; birbirimize televizyon izlemeye gittiğimiz günlerdeki sıcak dostluk içinde, sobada kestane pişirilen mis gibi portakal kabuğu kokuları dolu bir kış diliyorum

içimizden biri...

06 Eylül 2018, 10:47
Bu makale 2579 kez okundu
İçimizden Biri…
Nafiye Ç. Özdemir
Eski bir binada apartman görevlisi iken; binanın müteahhite verilmesiyle işinden olduğunda; müteahhit tarafından inşaata kahya olarak işe alınmış, inşaat bitiminde ise yeni binada tekrardan apartman görevlisi olacağı sözü verilmiş.. O sırada kızını evlendirmiş, oğlunu askere yollamış, bir yandan da para biriktirip, ev bark sahibi olmak üzere borçlandıklarından, hanımı da gündeliğe gidiyormuş… Yenilenen binada söz verildiği gibi başlamış çalışmaya, bir vesileyle tanıdığım hanımı oğlu askerden geldiğinde dua okutmak üzere eş dost toplarken beni de çağırınca kalkıp gittim. Yeni bina ya; biraz daha insancıl yaşam alanı yaratılmış; iki yatak odası, ufak bir banyo, salona açık mutfak… Bina girişinde kapıları, bina sakinleri kapılarını çalınca açtıklarında mahremiyet alanları yok, salonda misafir mi var yemek mi yiyorlar, televizyon mu izliyorlar kapı ağzından ortadalar…
İşleri ve eskisinden daha kabul edilir başlarını sokacakları bir evleri olduğundan şükrederek çalışıp yaşıyorlar…Oğulları askerden dönünce, evlendirme fasıllları, eh ele güne malum eksik adet kalmasın misali girilen borçlar…
Ardından geline iş yeri açmak için; güç bela aldıkları arabayı satıp sermaye yapıyorlar. Nasılsa karı koca çalışıyorlar, elbette toparlarlar… Yeter ki Allah hastalık vermesin derken…. Bir sabah gazete, ekmek servisinde uyanamıyor… kapı yumruklanarak yataktan zıplıyorlar, bir daire sahibi sayıp sövüyor… iki aylık tazminatı ödenip kapı önüne konuyorlar…
Adamcağız akrabaları sayesinde hesaplı bir mahallede kiraya taşınıyor, eşi gündeliğe gitmeyi sürdürürken; o da bir manavın yanında işe başlıyor.
Tabii bir de arka plan öyküsü var ki; ibret olsun diye yazmak vazifem. Tahmin eder misiniz bilemiyorum, böyle tek bir sebeple işten çıkarılası acımasızlıkta mı insanlar? Niçin yuvasının geçimi için çalışan biriyle uğraşılır? Genelde mobbing sözcüğüne aşina olduk… Personelin bir şekilde rahatsız edilmesini kapsayan bir sözcük ki; sadece filmlerde izleyebiliriz sanmayalım. Artık sadece kadın çalışanlar değil, erkek çalışanlar da rahatsız ediliyor.
Herkes yüksek katlı, koca mahalle gibi binalarda oturmuyor elbette… Ancak insani vazifemiz görüyorum.
Hani onun bunun dedikodusunu yaparlar, sıradan bir sohbetten kendilerince türlü manalar çıkarırlar. Rica ediyorum, hayatları dizilerle karıştırmayın. Onlar uç noktalarda toplumun yaralı noktalarını vurgulamak ve izlenme oranı arttırmak uğruna, o dizilerde oynayan karakterlerle kendinizi özdeşleştirmeyin lütfen. Sadece ibret alın ve aklınızın ucundan geçmesi imkansız hallerle karşılaşabilme olasılığınıza karşı dikkatli olun.
Hep derler ya; Allah iyilerle karşılaştırsın… Ancak bu tür olaylarla iyilerin değeri bilinir olabildiğinden de şöyle derler; bir musibet bin nasihatten iyidir.
Hak yiyenlerden olmayın ki; sizden sonra gelen nesillere de başınız dik olsun.