23 Temmuz 2018 Pazartesi

Bedeniniz dur deyince…

Bedeniniz dur deyince…

23 Nisan 2018, 11:03
Bu makale 1436 kez okundu
Bedeniniz dur deyince…
Nafiye Ç. Özdemir
Birçok işe birden yetişmeye çalışırsınız hani… Kadınsanız; bir yandan ev işleri, mesleki koşturmalarınız, çocuklarınıza dair olanlar, toplum içinde sosyalleşmeleriniz… Erkekseniz; aile içi sorumluluklarınız, iş döngünüz, sosyalleşmeleriniz… Bir de medya, internet, televizyon takipleri derken kişisel zaman alanınız neredeyse uykuyla sınırlı kalırken üzerine uykusuzluk çekiyorsanız, her bir yandan sıkıştırılmış hissedebilirsiniz…
Beyniniz yedi, yirmi dört size karşı çalışıyor gibi dahi hissedebilirsiniz… Düşünmeden nefes alıp veriyorsunuzdur, ne yediğinizin farkındasınızdır ne gezdiğiniz an bulunduğunuz yerin tadını çıkarabiliyorsunuzdur… Yaşıyorsunuzdur da bir şekilde orada değilsinizdir sanki…
Adeta her şey anlamını yitirmiştir, girdiğiniz kısır döngüden sıyrılmak istiyor, bir kabusun karanlık köşelerinde sıkışıp kalmış gibisinizdir hani…
Ve… Hayata yetişmeye çalışırken birden, tökezlersiniz, ayağınız burkulur hatta düşersiniz… Ciddi bir hasar olmasa da; bedeniniz size kendinize dönme sinyalleri veriyordur. Biraz dinlen mümkün değilse de lütfen yavaşla diye yalvarıyordur… Duymazdan gelir devam edersiniz, taa ki sizi gerçekten kımıldayamayacak noktaya taşıyana dek, sonra mecburiyetlerinizle kendinizi jiletle kazınırcasına yataktan kalkmaya zorlanır bulursunuz… Çevrenizle ilişkilerinizi baltalamaya başlamışsınızdır. En sevip, değer verdiklerinizin dahi müsamaha gösteremediği sınırlara gelmişsinizdir. Hatta kendinizi tıbbi olarak psikolojik destek veya ilaç alma noktasında bulabilirsiniz.
Hastalıklar işte bu görmezden, duymazdan geldiğimiz anlarda başlamaktadır. Artık bir şeyleri değiştirme zamanı gelmiştir, çoktan beri duymazdan geldiğiniz iç sesinize kulak verme zamanıdır. Hayata yaklaşımınızda köklü değişimler yapmanız için o güne dek yapmaya cesaret edemediklerinizi yaparak, yaşam döngünüzü olumluya döndürmeniz için neleri başarabilirsiniz? Neler size ait değilken yük edinmiştiniz? İçsel sorgulamalar ile farkındalık yolu zorlarken, ne zaman en son hayatın içinde tam hissettiğinizi hatırlamaya başlarsınız. Bir anda aklınızın oyunlarından vaz geçip, her şeyi akışında oluşturmaya yönelmeniz nasıl mümkün olacaktır?
Önce gurur yaptınız her şeyden vazgeçmeye hazır olduğunuz an, yüreğinizle adım attığınızda hafiflemiş hissedeceksiniz. Sonra nefes alıp vermenin farkındalığına döneceksiniz, belki günlerle ağlar bulacaksınız kendinizi… Bu şifalanma sürecine girişte, hastalık sürecinin başlangıcından farklı bir hız vardır. Artık kendinize karşı dürüst olmak ve bağımlılık oluşturduğunuz her ne varsa her birinden kendinizi soyutlamanın zamanıdır. Bazen başlangıçta kolay görünse de, hücresel hafızanıza kazılmış eski alışkanlıklara dönüş her an pusudadır.
Bu farkındalıkla basamakları tek tek, adım adım çıkmaya, hatta aralarda dinlenecek molalar vermeye özen göstermek, hayatınızı daha kaliteli döngüde tutmaya yardımcı olacaktır.
Bedeniniz öyle koşmuştur ki, ruhunuz yetişememiş olabilir. Bekleyin, ruhunuz ve bedeninizin bir ve bütün olmasına izin verin. Belki birçok şeyden vazgeçtiğiniz noktada, umduğunuzdan daha fazlasına ereceksiniz.
Olana şükrederek, olanların farkındalığıyla anda kalmaya özen gösterin. Bunu gerçekleştirebilmek üzere, hayatınızda çok gerekli olmayan neler varsa onlardan kurtulun. Mesela farklı kanallarda peş peşe haberleri izlemek gibi alışkanlıklar yerine en sevdiklerinizle sohbeti koyabilirsiniz. Veya hafta sonu öğlene dek uyumak yerine, parkta sakince bir yürüyüşü…  Lütfen bedeninizin yakarışlarını duyun, zihninizin oyunlarını durdurun, ruhunuzun bedenen olduğunuz yerde tam hissetmesine fırsat verin.

GEÇİNMEK…


10 Temmuz 2018, 10:47
Bu makale 1041 kez okundu
GEÇİNMEK…
Nafiye Ç. Özdemir
Geçinmek sözcüğünde neler saklı? Çevremizle iletişimimiz ve maddi yeterliliğimiz yani her konuda ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız!..
Bilgisayar alacaksanız; garanti süresi bitiminde güvenlik ve ofis programları için her yıl ne kadar ödeyeceğinizi veya arızalandığında size çıkaracağı masrafları hesaplayarak karar vermelisiniz.
Ev alacaksanız; iş yerinize uzaklığıyla kaybedeceğiniz zamanı, çocuklarınızın okullarına mesafesini yani yol veya servis giderlerini, aidatları, binada veya dairenizde oluşabilecek hasar masraflarını ve beklenmedik kazalar ile afetlere karşı sigortalamayı dahi hesaplayarak karar vermelisiniz.
Evlenecekseniz; kirada yaşayacağınız yılları, en azından başlangıçta iki kişilik düşünmeyi, bayramlarda her iki tarafın da aile ziyaretlerinin getireceği maddi, manevi değişiklikleri, bir gün kendinizi ne yaptım ben diye kara kara düşünürken de bulabileceğinizi hesaplamalısınız. Tatil programlarınızı ve bunun tüm seneye bölünerek nasıl yük olabileceğini ve tüm yüklerin ağırlığında, aile içi geçimsizliğin ulaşabileceği halleri de hesaplayarak karar vermelisiniz.
Üniversitede okuyan çocuğunuz var ise; bulunduğu şehre göre rakamlar değişkenlik gösterse de; gidiş geliş masrafı, fotokopi de çektirse, kitapları ikinci el de alsa tutarı, yemesi, arkadaşlarıyla sosyalleşmesi derken ortalama asgari ücret boyutlarında masrafı olması olağandır.
Şayet siz asgari ücret ayarında gelire sahipseniz; sizi bir anda kalkındıracağını hayal ettiğiniz gelir seviyesine ulaşmak için piyango, loto gibi bağımlılıklar edindiyseniz veya daha beteri zamanında muhallebi çocuğu yakıştırmalarından kurtulmak adına sigara gibi bir bağımlılık edindiyseniz, gerçeklere uyanıp davranışı biçiminizi yeniden yapılandırmak kolay olmayacağı gibi başarabilen nadir kişilerden biri olmanızı yürekten diliyorum.
Yukarıda yazdıklarıma eklenebilir çokça örnek mevcut olsa da; kara tablo çizme niyeti taşımadığım için kafi diye düşünüyorum.
Yaşama başladığımız an itibariyle; ebeveynlerimiz kendi doğru sandıklarıyla bizleri şekillendirmeye çalışırlarken, üstüne kendi hayatlarının ağırlığından sıyrılıp anı kurtarmak adına egosal faydaları için bizlere anlayamadığımız dur yapmalar ile yetişkinliğimizde aşamadığımız duvarlar oluşturduklarını bilseler, eminim çoğundan feragat ederlerdi.
Şimdilerde hem yükümlülüklerimiz hem de çevresel baskılar nedeniyle, kendimizi gerçekleştirememiş olmanın ağırlığında kimilerimiz hastane kapılarında tedavi olmayı değilse dahi, sıkıntıların hafifletilmesi ümidiyle yine eski alışkanlıklarımızla yaşamayı sürdürme arzusunda körebe oynuyorken; kimilerimiz şimdiye dek oluşan yüklerden kurtulup esas benliğimizi deneyimleyebilme ümidiyle kişisel gelişim çalışmalarına katılıyoruz.
Geçinme öz anlamıyla her oluşan duruma rağmen, tüm olay ve kişilerle belli bir barış çerçevesinde kabul edebilerek, devam edebilme anlamı taşıyor. Bunu hatırlayarak red etmek yerine kabule geçişlerimiz ve değişimi cesaretle göze alıp, dönüşüme izin verişlerimiz tüm kapıların anahtarı olabilecek güçtedir.
Geçinmek için her zaman oluşabilecek en olumsuz tabloların farkındalığında, kendimiz ve çevremiz adına daha iyisini nasıl gerçekleştirebiliriz benzeri sorularla anı en iyi şekilde geçirirken, geleceği de en iyi şekilde şekillendirmeye odaklanabiliriz.
Her şekilde geçinmeye odaklı; geleceği arzuladığımız şekilde imgeleyerek, bugünümüzden de tohumlarını ekebiliriz.

25 Mayıs 2018 Cuma

İkinci Şans Vermek….

İkinci Şans Vermek….

22 Mayıs 2018, 16:34
Bu makale 212 kez okundu
İkinci Şans Vermek….
Nafiye Ç. Özdemir
Genelde kendimiz dışındaki insanların bize karşı haksız bulduğumuz davranışları sonrası; herkes ikinci bir şansı hak eder türünden söylemlerle devam edişimizi ifade eder.
Peki ya tüm atalardan gelen deyişleri o anki algımızla asıl gerçekliğiyle kavrayamamışsak?
Hayatımıza kendi penceremizden bakarken, enpati kurabilmek hakkında çığlıklar atarken, sadece toplumsal kalıplar, hatta doğru öğretilen yanlışlarla dolmuşsak ve bunlar sebebiyle çeşitli tıbbi tanılara yol açan hatta bazen tanımlanamadığı için psikolojik denilen, doktor doktor gezdiren, uzun süreçli psikoterapi seanslarına mahkum edilmişsek…
O ikinci şansı kendimiz için kullanamayışımız, sıkışmışlıklarımız, türlü kalıplarımız ve tabularımızla bulunduğumuz noktayı güvenli alan ilan edip, değişimlerden sakınıyorsak?
Dışarıdan topluma uygun görüntüyü sağlayıp, gizliden sadece topluma aykırı değil ruhumuzu da yıpratan yasak düşünceler, duygular içindeysek ve hatta gizli ilişkiler ile kendimizi bölüyorsak…
Kendimizden kaçtığımızı fark ettiğimizde değişim kaçınılmaz ise? Yıllar böyle birbirini kovalamış dışarıya başı dik görüntüyü sağlamak adına, kadınlar saçlarını boyamış, bolca makyaj yapmış gece makyajını çıkardığında aynaya bakmaktan rahatsız hale gelmiş ise… Erkekler maç veya haber programları önünde hipnotize olmuşçasına zamanlarını öldürüyor ve memleket meselelerini birbirlerine ahkam keserek çözebildikleri gibi bir düş içindeyseler… Çocuklar ailelerinin onlar için hazırladıkları, kendilerinden daha iyi bir gelecek için lap topları, akıllı telefonlarına ve sınavlardaki geleceklerinin kurgusu adına çalışma baskıları ile rekabet kaosunda boğuluyorsa…
Emekli olunca deniz kenarında hayal ettikleri düşsel hayat özlemiyle kıyı kentleri dolduran entelektüel varsayılan bireyler, aradıkları huzur ve mutluluğu bulamadıklarını kendilerine dahi itiraf edemiyorsa…
Gökyüzüne bakıp, bulutları içine çekercesine nefes alıp, rüzgarı yaratırcasına nefes verebilir misiniz? Her mevsim değişimini gözlemlerseniz; ilkbaharla çiçek açan dallar, yazla güneşe doğru uzayan bitkiler, sonbaharla yaprak döker, kışla çoğu uykuya dalar… Aborjinler misali, hayvanları gözlemlerseniz çok daha başka zenginlikler keşfedersiniz. Her sabah gün aydınlandığında, her akşam karanlık çöktüğünde dünyanın sesi, ritmi değişir. Evren sonsuz zenginliğinde yol alırken, biz insanlar hani tek zeki varlık olduğumuz bencilliğiyle yakıp, yıkan, kirleten, yıpratan olmayı bırakıp işte o ikinci şans deyişini tam da bu noktada kendimiz için kullanmayı başarabiliriz.
Şimdiye dek düşünce ve duygularımızla kendimizi ne noktaya taşıyabildiğimizi en son fotoğraflarımıza bakarak ve aynadaki görüntümüze bakarak kolayca fark edebiliriz. Yüzümüz surat asmaktan aşağı doğru sarkmış veya gülümseme kırışıklıklarıyla mı dolmuş? Bu tamamen bizim hayata şimdiye dek yaklaşımımızla oluştu, kabul ederek kendimize o ikinci şansı kullanarak, şimdiye dek yaşamı şekillendiriş biçimimizi değiştirebiliriz. Bu hayatımızı dönüştürmek için, bazen keskin değişiklikler yapma cesareti gerektirebilirse de çoğunlukla süregelen yaşamımızı daha kaliteli hale getirecektir.
Başkalarını yargılamak, eleştirmek, onlar hakkında ahkam kesmek yolumuzu tıkayabilirken, kendimize duru, yalın, saf yaklaşma yolunda çalışmamız bizi çok daha engin hatta zengin bir ruha erdirecektir. İşte esas ikinci şans vermek budur.

13 Mart 2018 Salı

Hayatı seçin…

Hayatı seçin…

Boluolay.comgazetesinde ve web sitesinde yayınlanmıştır

Kadınlar gününü geçtik, birçok kadının kadın olma kavramı eşleri, çocukları, ebeveynleri ve toplumun koşullandırmalarıyla sınırlı yaşamakta olduğu dünyamızda; körler sağırlar birbirini ağırlar olmaktan çıkıp birbirimize nasıl farkındalık katabiliriz?
Toplumda erkek ve kadın ayrıdır. Bedenen, zihnen ve ruhen farklı olmanın ötesinde bir ayrılıktır iliklerimize kadar kazınan… Sahiden de böyle midir? Anne karnındayken daha çocuğun erkek olmasını uman, kız doğunca matem havası yaşanılan aileler daha doğmadan, bebeğin dünyaya bakışını koşullandırmaya başlamıyor mu? Erkek ağlamaz, erkek güçlüdür, erkek evin reisidir benzeri kavramlarla doğallıktan uzaklaştırılıp, duygularını ifade etmeyi zayıflık zanneden, kendi oluş yolculuğu önüne kalıplar yerleştirilmiyor mu?
En modern görünen toplumlarda dahi; kız çocuklarına pembe, lila odalar veya bebeklerle dolu odalar hazırlanırken; erkek çocuklarına maviler, oyuncak arabalar, toplar alınmıyor mu?
Her ebeveyn ailesinde bulamadıklarını, çocukları yaşayabilsin diye onların farklı kişiler olduklarını değil sanki kendi uzantılarıymışçasına, olamadıkları herşeyi oldurmak adına bir çabada değil mi?
Yeni nesiller biraz daha mı isyankar? Not ortalamaları sizlerin hayalinizdeki okullara girmeye yetersiz mi? Haydi biraz daha zorlayın ki sizin onlar için kendi arzularınız doğrultusunda okullara kapağı atabilmeyi başarsınlar, başarsınlar ki siz de etrafta benim aslan oğlum, benim güzel kızım şurayı kazandı bunu oldu diye böbürlenerek gezin. Vazifesini başarmış, kendi üst versiyonunu yaratabilmiş insanlardan oluverin.
Sizce hayat bu mudur? Veya kendiniz için hayal kurmak ve o hayale ermek için küçük adımlar atmak mıdır? Çünkü sizler bu küçük adımları atabildikçe, çocuklarınıza cesaret aşılayabileceksiniz. Onlar da kendi hayalleri için küçük adımlar atmak üzere sizleri örnek alacaklardır.
Kişi ev kadını olabilir, eşi türlü sebeplerden çalışmanızı istemediği için, çocukları yetiştirmek üzere evde yaşamayı seçmiş te olabilir. Bir kadın her koşulda üretkendir, ancak koşullara ayak uyduruş sürecinde, gezerek, alışverişle, içindeki boşluğu doldurmaya çalışıyor olabilir. Halbuki süreci; farklı kurslara katılarak, değişik kitaplar okuyarak kendini geliştirmeye ve kendine en yakın ilgi alanlarını, yeteneklerini keşfedip geliştirme yolculuğuna çıkmak üzere bir fırsat olarak değerlendirmesi de mümkündür. 
Her adımda ailesinin veya eşinin onayı veya hayırlarıyla karşılaşan kadınlar için ise; sihirli bir çıkıştan ziyade, adım adım hem kendilerini keşif ve ilerleme yolculuğu, hem de etraflarını bu yolculuklarına onay veren mümkünse destek olan bakış açısına getirebilmenin sorumluluğu beklemektedir.
Kimileri için hayat altın tepside sunulmuş görünse de; gerçek olan asla görünen değildir. Görünenin ötesini fark edebilmek ve başkaları yerine kendi yaşam yolculuğunda varmak istediği noktanın hayalini kurabilmek önemlidir. 
Çocuğunuz kedi istiyordur, komşunun kızının köpeği, bir diğerini kedisi olabilir. Sizin belki alerjiniz vardır, o zaman çocuğunuza hayır demek yerine; alternatif sunmak nasıl olur? Belki bir akvaryum? Bir muhabbet kuşu hatta bir hamster?
Eşiniz çalışmanızı mı istemiyor? Sebebi ben eşini çalışıyor dedirtmem mi? Eve gelince sadece kendine hizmete hazır ve nazır bir kadın mı? Sizi çok seviyor veya yorulmanızı mı istemiyor? Sevgi saftır, karşınızdaki kişinin gelişim, dönüşüm ve değişimine, hatta size göre yanlış kararlar almasına dahi gözlemci kalarak, ihtiyacı olduğunda destek olabilmektir. Birbirinin kafasındaki insan haline form değiştirmek, belli bir role girmek sanılması, bir tarafın dilediği gibi yaşanacak, diğer tarafı yok sayan çarpık bir bakış açısıdır. Bir tanıdığım; çiftler bir arada yaşarken asgari alanda fikir birliği içinde olması yeterlidir demişti, bu sanki bir iş yerinde ortak olmak gibi… 
Peki kişiler kendilerini seven, değer veren olsa ve birbirlerine sevgilerini ve değer verişlerini devam ettirebilir, hatta arttırabilir olsa, bu birlikte yetiştirdikleri çocuklarına sirayet etse, onlar da yetişkin olduklarında aynı şekilde ilerlese, toplum nasıl olurdu? 
Daha uyumlu, saygı, sevgi ve barış düzeyi artan bir topluma dönüşmek mümkün mü?
İşte bu noktada kadın doğuran, çocuk yani geleceğin yetişkinlerini yetiştiren olarak; her daim önemli bir sorumluluğa sahip… Vazifesi ailesinin evini, çamaşırlarını temizlemek ve misafir ağırlamaktan çok daha büyük.
Yaşlıları olan ailelere, lütfen kendi yapabilecekleri işler için olanak tanıyın, sizin onlara yardım ve iyilik diye yaptıklarınızla onların yapabilirliklerini kısıtlıyorsunuz diye uyarıda bulunmakta yarar görüyorum. Lütfen aynı fırsatı çocuklarınıza da tanıyın ki, kendi başlarına başarabildikleriyle özgüvenleri artsın. 
Yetersizlik hatta değersizlik hissi oluşmasında, iyi niyet taşları döşelidir. İyi niyetle yapılanlar karşıdakilerin zekasına, becerilerine hakaret oluşturabiliyor. Erişkin olduğunda hala ebeveynlerine bağımlı, kendi başlarına karar almaktan ürken, sürekli onaylanma ihtiyacında kişiler olmalarını istenmiyorsa çocuklara kendilerini geliştirebilecekleri alan yaratmak üzere, gözlemci kalmakta yarar var. Ödevlere yardım eden aileler ve hatta bile bile o yaş çocukların yapamayacağı muhteşem proje ödevlerine yüksek not veren ve kendi yetisiyle uğraşmış öğrencilere düşük not veren öğretmenler olmayın lütfen.
Hayatın hangi noktasında vazifeli olursanız olun, gerçek hayata hazırlamamız gereken nesillerin zorlanmasına izin verin ki, içsel güçlerini yeteneklerini keşfedebilme ve kendileri olabilme imkanları olsun. İşte o zaman hayatı kandırmacalarla oyalanmaktan öte deneyimleyerek, gerçekten hayatta olmanın onurunu taşıyanlarla dolu bir noktaya doğru yol alabilmenin kapıları aralanacaktır.
Babalar top oynamak, balığa çıkmak için erkek çocuk sahibi olmayı beklemek yerine, bunları kızlarınızla da gerçekleştirmenin tadına varın. Kocalar eşlerinizi kısıtlamak yerine bırakın, özgürce üretebilen insan olsun. Sadece maddi kazanç değil maneviyatını güçlendirmek için de ilerleyebilsin. 
Her okuduğunuzun farklı bakış açısında yazılanını da okuyarak, kendinize hazmetme süreci tanıyın. Hayal kurmayı sürdürün. İçinizdeki çocuğu sevindirmeyi sürdürün. Herkes kadar değerli, yeterli ve bu dünyada olduğunuz sürecin tamamını öğrenerek geçirmek için burada olduğunuzu hatırlayın.
Hayatın hangi anında veya kiminle hayal kırıklığı veya öfke oluşmuşsa, onu yıllarca içinizde taşımak yerine salıverin. İçinizde o anla, o kişiyle, o olayla helalleşin ve yolunuza şükürle devam edin. Hayatta olduğunuz müddetin her anını kendinizin ve tüm toplumun hayrına en faydalı biçimde değerlendirin. Nefes alıp verdiğiniz süreç içinde her daim hayatı seçin.

5 Mart 2018 Pazartesi

Bir yandan sevinç, bir yandan hüzün…

Geçmiş senelerde Şubat ayları nasıldı? 28 mi 29 geldiği zamanları daha çok anımsarsınız? Kimilerimiz 29 Şubat doğumlu olup, dört yılda bir yaşlanıyorum esprileri yapar, kimilerinin ömrünce yaş günü kutlamaları hiç var olmamıştır. Kimilerinin ise doğum günleri aile büyüklerinin vefatına denk gelir, yarı buruktur dünyaya gelişleri… Dünyaya bakışları da; ömürlerince bir yandan sevinç, bir yandan hüzün taşır.
Kimileri için okulların kar dolayısıyla tatili, deli gibi hazırlanılmış bir sınavın ertelenişidir. Tatil sonrasına sınav için tekrar yapılması şart olmuştur. Hatta çeyrek asır filan öncesinde; sömestr tatili öncesi kurtarma yazılısını olamamanın hayal kırıklığı yaşayanları da bolcadır…
Peki ya geçmiş seneleri, geçmiş mevsimleri, geçmiş ömrünüzü nasıl anımsarsınız?
Havanın ayazında sabah okula gitmek üzere yola çıktığınızda; köşe başında elinde tüfek bir er tarafından sokağa çıkma yasağı ilan edildi geçemezsin diye yolunuz kesildi mi hiç? Yarı oleey tatil hissinde, yarı henüz sokağa çıkma yasağı ne öğrenmemişken, eve nasıl döneceğim annem, babam inanmazsa diye içiniz ürpererek kös kös eve döndünüz mü? Bizim ev; televizyonu olan nadir evlerdendi. Dönünce babam inanmayarak sokağa kontrole çıktı, annem televizyonu açtı mı hatırlamıyorum zaten normalde akşamları ve pazarları gündüz yayın vardı. En sevdiğim Pazarları, siyah beyaz film izlerken, ya annemin ya da babamın hazırladığı çayı içer ve değişik kekler, börekleri yerdik… Akşamları sık sık misafirlerimiz olurdu, ismini televizyon misafirciliği koymuştuk … Sonra aylarca her köşede niye beklediğini bir türlü anlayamadığım askerler nöbette durdular. Askere sevgi, saygı ve güven duygumuz sonsuzdur.
Gazetelerde ön sayfalarda siyasi liderlerin karikatürleri olurdu, üzerlerine aydınger koyarak kopyasını çıkarır, sonra tekrar bakarak aynısını çizerdim. Kış günleri tatillerinde, apartmanda yaşayan diğer çocuklar neler yapıyordu, pek bilemiyorum çünkü komşuluk pek gelişmemiş bir binada yaşıyor idik. Ancak kar yağınca yalvar yakar sokağa çıkma izni koparırdım, kar topu savaşlarında ellerimiz ayaklarımız sırılsıklam buz kestiğinde, kazan dairesinde gizlice kurutup yeniden giyer, oynamayı sürdürürdük. Eve dönsek tekrar çıkmamız için izin alabilmemiz mümkün değildi. Eve sadece yaş günlerimizde arkadaş çağırabilmemiz mümkündü. Kimse kimsenin kapısına bir bardak su için dahi gitmezdi. Kapı çalana arkadaşını kapıya çağırmaz, ders çalışıyor şimdi cevabı yanı sıra, büyükler kaş göz işaretiyle, annen merak etmiyor mu diyerek nazikçe terbiye verirdi. Büyüklerden çok çekinirdik.
Okula giderken köpekler önümüzü keser, beslenme çantamızdaki ekmeği versek beğenmez, illa son kuru köfteyi de verene dek önümüzden çekilmezlerdi.
Evinde öncelikli telefon sahibi olanlardandık. Babamın mesleği gereği televizyon ve telefon giren ilk evlerdendik. Çevirmeli yeşil renk bir telefonumuz vardı. Kapıların zilini çalıp kaçmak ilk yaramazlıklarımız, yaşımız ilerledikçe rastgele telefon çevirip karşımıza çıkanı işletmekle sürdü. O zamanlar küçük yerleşim yerlerinde; hala mahalle muhtarından, köyün bakkalından telefon idaresi aracılığıyla ihbarlı görüşülebiliniyordu.
Mektup kağıtları çeşit çeşitti, kokulu silgilerimiz vardı. Hatta okula; beyaz dantel yakalarımız, ipe geçirilmiş silgimiz cebimize çengelli iğne ile tutturulmuş giderdik. Resmi bayramlarda; kral ve kraliçeler en çalışkanlar içinden seçilir, grapon kağıtlarından kıyafetlerle okul gösterisinde görev alırdı. Çoğumuz kral ve kraliçe olmak hevesiyle çok çalışır, sınıfta terbiyeli ve sessiz en düzgün, dik oturan olarak öğretmenin gözüne girmek için çabalardık. Askere gidenlerle mektuplaşılırdı. Sonraları okuduğum okulun abonesi olduğu bir dergi sayesinde, yurt dışında mektup arkadaşlarım bile oldu. Annemin çalıştığı devlet dairesi de, okuduğum ilkokul da haftada altı günden beş güne düşürüldüğünde nasıl sevinmiştik.
O zamanlarda da aileler, çocuklarını bütçeleri yettiğince piyano, karate gibi özel derslerle takviye etmeye çalışıyorlardı. Benim ailem de Kızılay’ ın öksüz ve yetimler için açtığı bir kampa göndermişti, orada ranzalarda belli kurallar çevresinde yaşamamız gerekiyordu ve sudan çıkmış balık gibi hatta ailem beni istemiyor başından attı şeklinde yaralı dönmüştüm, her yanım yara bere içinde… Annem pek anlayamamıştı, ona göre bana faydalı bir etkinliğe katılmamı sağlamıştı. Ardından daha lüks bir ortama, büyük kulüplerimizden birinde yüzme kampına yollanmıştım. Yüzmek gerçekten muhteşemdi, kamp arkadaşlıkları da… Sadece hocaların bizleri niye yarıştırmaya çalıştıklarını anlayamamış ve bundan fazlasıyla rahatsız olmuştum.
Bu arada bir gün annemin bir bisikletle geldiğini görünce öylece kaldım, meğer kendilerince sürpriz yapmışlar. Bir sene o bisiklete binemedim, mahalledeki bütün çocukları bindirdim. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum? Ailem benim adıma, kendi koşulları içerisinde güzel bir şeyler yapıyor görünüyorlar ve ben bir türlü memnun olmuyorum. Üzerine bir dershaneye yazdırıldım, sürekli testler neye yaradığını bilmeden, tam gün okul sonrası dershaneye gidip geliyorum. Başarı oranım en yükseklerde olmasına rağmen ki, zamanımızda her özel okul için ayrı harç ödenerek, ayrı ayrı sınava girilmesi gerekiyordu. Ebeveynler kaç okul için kayıt yaptırdıysa, gir babam gir sınavlara şeklinde… Korkunç sıkıcıydılar, arada tuvaletim geliyor ama çıkınca geri dönmeye izin verilmediğinden, yarısında bırakıp çıkıveriyordum. Neyse sonunda sınavlara girip çıkmaya alıştım herhalde ki, birkaç okulu kazanıverdim. Annemin kontrolüne yakın olana kaydım yapıldı. Yine bir dolu yabancı ile bir aradaydım, üstelik bir kısmı yazın özel ders almış veya aileleri ile yurt dışına gitmişler. Yine kurallar, yine ders sırasında tuvaletim geliyor izin istiyorum diye sınıfta alay konusu olmalar, bu arada laf aramızda; teneffüste sigara içen ablalar yüzünden tuvalete gidebilmek kabus gibiydi, o yüzden aklımca böyle bir çözüm bulmuş idim. Okulun en güzel yanı okula gidip dönerken vapura binmek gerekmesi ve okul kırıp sinemaya gitmekti. Sözlülerde gösterdiğim başarı, yazılı sınavlarda çuvallamaya dönüştükçe, gece yarılarına dek Türkçe konuştuğum için üstümde kalan anahtar sebebiyle cezalar yazdıkça okul kabusum oldu. Tatillerde üvey babamla işe giderek, hayata bakışım farklılaştı. Seçeneklerim çoğaldı. Birçok konuda ne kadar çok bilgi sahibi olduğumu fark ettikçe, okula gitmek yerine çalışma hayatına atılmaya diretir oldum. Ailem için travma yaratan bir durumdu okulu bırakışım, bana göreyse okula gitmek bir travma haline dönmüştü. Bu denli uçlarda yaşam deneyimleri için fazla gençtim. O sıralar kot pantolon, sigara hatta alkol kaçak gelirdi. Üzerinize giydiğinizle, ailenizin maddi durumu veya ailenizin okulla ve diğer ebeveynlerle iletişimiyle değerli bulunurdunuz.
İşte kendime yemin ettiğim andı, anne olunca çalışmayıp evde oturacak, çocuğum ve hatta çocuklarım büyürken, ebeveyn olarak onların yalnızlık hissetmeyeceği şekilde diğer ebeveyn ve okul idaresiyle, olumlu iletişim içinde olacaktım. İş her şekilde bulurdum, her konuda yetenekli ve çalışkanlığıma güvenim sonsuzdu.
Kendime sözümü tuttum, benim yolumdan yürümemiş çocuklarım, olmayana göre değil oldurmaya çalıştıklarıma göre değerlendirebildiler. Açıkçası verdiğim zamanın boşa gitmediğine inanıyorum, elbette her anne gibi eksik ve yanlış yanlarım oldu, hesaba katmadığım benim çocukluğumda çalışan, boşanmış kadın olmak istisnai bir haldi. Aradan geçen zamanda olağan bir hale dönüştü. Dolayısıyla çalışan annelerin de katkısıyla, aile bütçesi ve çocukların gelişimi için özel masraflar açısından çok daha faydalı oldu. Muhtemelen birçok arkadaşlarının yapabildiklerinden geri kaldılar. Yarışlar arttı, koşullar zorlaştı, öte yandan teknoloji ilerledi; internet, renkli televizyon, cep telefonları; öyle ki kuzine ateşinin, yaz akşamları açıkhava sinemalarının, tiyatroya giderken en temiz giysilerin özenle giyinilip gidilişinin, toplu taşımalarda büyüklere yer vermenin değerini unutmuş çağımızda onlar da kendilerince birçok çelişik duygu içerisinde büyüdüler. Bazen çocuk olduklarını unutup, onlara yetişkinlermişçesine cümleler kurduğumda, büyüklerimden uyarı alsam da, onlar anlar diyerek tavrımda ısrar ettim ki, çocukluklarını doyasıya yaşamaları yerine birden olgun insanlara dönüştüler.
Şimdilerde okuduklarımızdan anladıklarımız dışında, bu konularda profesyonel yardım alınabilen kurumlar olduğu gibi, kendim de eksik ve yanlış zannettiklerimi yeni edindiğim bilgilerle süzgecimden geçirerek, bu kırasıya yarışçı hale getirilmeye çalışılan çağımızda benden çok daha topluma faydalı iki çocuk yetiştirmiş olmaktan onur duyuyorum. Şimdiki neslin bizim zamanımızdakileri anlamaya uğraşsalar da, akıllarının karışması çok doğal ancak yine de bizlere göre çok daha şanslılar, çünkü ebeveynleri sesli özeleştiri yapıyor, hatta yeri gelince özür dileyebiliyor, çocuklarının arzuları doğrultusunda onlara daha iyi bir yaşam sunmak için çabalıyor. Evet bizler kendi ebeveynlerimizi belki yeterince anlayamadık, belki anlatamadılar, belki de olması gereken bu.
En değerlisi çeyrek asır beklemeden çağın hızına göre bizlerin de uyum sağlayabildiği ölçüde hayatımızı dönüştürüp, değiştirebiliyor ve geliştirebiliyoruz… Bir yandan hüzün, bir yandan sevinç…

20 Ocak 2018 Cumartesi

İletişim, sohbet, bilgi alışverişi

11 Ocak 2018, 09:39
Bu makale 719 kez okundu
Nafiye Ç. Özdemir
2018’ e girerken çiçekçiden kokina aldınız mı? Gece yarısı kapınızda nar kırdınız mı? Geçen yıl için neler hayal edip, planlamış idiniz ve ne kadarını gerçekleştirmek üzere gayret ettiniz? Hani bazı kişiler her pazartesi için; bu pazartesi diyete başlıyorum derler ve o pazartesi bir türlü gelmez ya acaba içinizden geçenler o gelmeyen pazartesilere mi ertelendi? Neleri risklere rağmen gözünü karartıp deneme cesareti gösterebildiniz?
Şu günümüze dek dünyada her kaşif, her mucit belki de binlerce defa binlerce deneme sonucu elde ettikleri başarılarıyla, günümüzdeki halimizi almamıza vesile oldu. Bunu hatırlayarak, kendinizi o kaşif ve mucitlerden biri gibi hayallerinizi gerçekleştirdiğinizi hayal edin, edin ki zihniniz size bu hayalleri gerçekleştirmek için yollar arasın.
İnsanlarla sesli, görsel iletişimin en son teknoloji harikalarını ceplerimizde taşırken; ne yazık ki en yakınımızdakilerle sohbet edebilme becerimizin gerileyişi dolayısıyla, kullandığımız kelime hazinemiz ve o kelimelerden algıladıklarımız da anlatılmak istenileni kavramaya yetmeyebiliyor..
Birbirimizin bilgi birikimine, deneyimlerine saygı gösterip, dinleme tahammülümüzde de sorunlar arttığı ortada… Trafikte, toplu taşımalarda birbirine yol, yer verenler oldukça azaldı…
Herkes özellikle yabancılara karşı önce ben derken, ailesi içinde azami fedakarlıklarla kendi hayatını çekilmez kılan bir hapishaneye dahi dönüştürebiliyor… Biri diğeri için yaşamaya adamışken ömrünü, diğeri karşısındaki hiçe sayılmış hayata değer vermeyip, mecburmuşçasına beklenti ve taleplerini arttırabiliyor..
Kimileri yorgun, yıpranmış, türlü sağlık sorunları içinde, başını okşayacak, sırtını sıvazlayacak, seni anlıyorum, iyi ki varsın diyecek bir canı sandığının aslında zaten canı olmadığını kendine itiraf etmeye korkarak yaşlanıp bu dünyadan göçüp gidiyor… Kimileri bu örneklerin aksini kanıtlamak istercesine egosal bir açgözlülükle hep bana şeklinde önüne geleni işine geldiği şekilde hiçe sayarak yaşamayı sürdürebiliyor.
Kişilerin hem cinsleriyle, meslektaşlarıyla, aynı medya üzerinde dahi birbirlerine çamur atarak, kendilerini herkesten daha o konunun uzmanı ilan ederek, takipçilerin önünde etik olmadığı halde, birbirlerine hakaret eder hale gelebiliyor olmaları üzücü ancak daha da üzücü olan adabı ve bilgisi ile yazanları da kaale almayışlarıdır. Bu insanlar da bizlerden, birikte yaşıyor, selamlaşıyor, çay kahve içebiliyor, aynı binalarda komşu, aynı otobüste yolcu olabiliyoruz. Bir anda kulaklarına kar suyu kaçmışçasına, sizi tanımazdan gelebiliyorlar.
Halbuki direksiyona geçene dek o kişi dünya tatlısı bir anne veya baba iken, direksiyon başında kaplan kesilebiliyor.. Evden çıkmadan aynada kendine bakıp, bugünkü rolüm kaç kovala saldır diye prova mı yapıyorlar? Bugün kimi daha fazla aşağılayarak, kimi daha çok ezerek kendimi daha ulvi biri olduğuma inandıracağım mı diyorlar? Nasıl bir anda imza günlerinde sayıp, sıraya girebileceğimiz o kişiler taş devrinde imiş gibi davranabiliyorlar? O halde hani daha eğitimli, daha aydın, daha kibar olunan o kamera önü halleri? Nereye kaçtı? Bu kadar rol yapan, bu kadar aşırı makyajlı bin bir yüz insanların yıllar geçince, kimileri hangi yüzleri gerçekti unutmuş yaşlanıp giderlerken, kimileri yollarının bir yerlerinde uyanıp şimdiye dek uğraşılarımın başkalarının alkışları için olduğunu ve beni kendimden uzaklaştırdığını fark ederek, kendi özüme dönüyorum diyebiliyor da..
Bu karmaşada, bir çok kişi doğru sandıkları için koştururken, kimileri koşan da yürüyen de yağmurda aynı oranda ıslanır noktasında yaşayabiliyor. Gençler önceleri ikinci biçimde yaşayanlara biraz çağ dışıymış gibi bakarken, şimdilerde yeniden o duruluğu bulabilme arzusu duyanların çoğaldığını gözlemliyorum. Tek sorun çark dişlilerinin arasından kendilerini sıyırabilmeleri, her yerde yarış, herkeste daha modern daha çağdaş daha konforlu yaşam derken, daha fazla eşya, daha modaya uygun kıyafetler ve daha kabarık kredi borçları, daha iyi bir marka araba, daha iyi bir mevkiide ev, daha iyi bir okulda okutulan çocuklar, hep daha daha… Peki ya bunların hiçbirine sahip olma arzumuz bizi tetiklemese, sadece nefes alırken daha temiz bir gökyüzü daha yeşil bir çevre, daha sevgi ve hoşgörü dolu çevre istesek? Hani hepimiz öleceğiz ya!.. Ölene dek yaşamımızı elbette dünyevi ihtiyaçlarımızı karşılamayı isteyeceğiz. Sadece bunlara çokça odaklandıkça esas yaşamın kaçtığını fark edebilsek te, o çarkın dişlileri altında ezilmekten kaçabilmek mümkün olacak mı?
Haydi gelin ideal yaşam ihtiyaçlarımızı biraz ufak tutalım, daha iyi bir şeyler için fazladan yükler edinmek yerine, biraz doğaçlama; örneğin canınız sıkkın veya başınız ağrırken, komşunuza gülümsemeyi deneyin, başınızın ağrısı hafifleyecek ve evet ağrı kesici kullanmanıza gerek dahi kalmayacak. Bir çeşit yemek eksik koyun sofraya yanına gülümseme katın, varsın bir işi eksik bırakın, çocuğunuzla siz de o yaştaymışçasına yarım saat oyun oynayın, ailece haftada bir toplantı yapın, herkes evin bütçesinden sömestr için planlara dek fikrini söylesin, karnenin durumunu boş verin, siz saçınızı da lütfen süpürge filan etmeyin, yapılabilecekleri basite indirin, herkesin ortak kararı ile görev dağılımı yapın. Samimi olun, işveren, baba, anne, öğretmen kimliklerinizi kapı girişinde bırakın. Hayat inanın böyle çok daha güzel.